Şair   olarak Heine sanat yaşamına “Gedichte” (Şiirler) adlı eseriyle  1821’de başladı. Heine’ın kuzenleri olan Amelie ve Therese’e olan tek taraflı aşkı daha sonra onu  aşk temalı ve ileride şarkı sözü olarak kullanılacak şiirler yazmaya sevk edecekti. “Buch der Lieder” (Şarkıların Kitabı) adlı eseri onun en  kapsamlı şiir  derlemesidir.

Heine, 1831 yılında Almanya’dan ayrıldı ve Paris’e gitti. Orada ütopist sosyalistler ile arkadaşlıklar kurdu ve sınıf ayrımsız, eşit toplum telkinleri veren Count Saint-Simon’un yolundan giden insanlar ile tanıştı.

Heine yaşamının geri kalan kısmını Paris’de geçirdi ve Almanya’ya sadece bir kez 1843’te bir ziyaret için gitti. Eserleri Alman otoriteleri tarafından men edildi.

Heine hep Alman politika ve toplumunu eleştirmeye uzaktan devam etti. “Deutschland. Ein Wintermärchen” (Almanya. Bir Kış Masalı) adlı eserini yazdı. 1844’te arkadaşı Karl Marx bu eserini sahibi olduğu gazetede makaleler hâlinde yayımladı.

Kitaplarından biri Naziler tarafından yakıldı. “Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır.” (1821)

Hepimizin bu sıkıcı özgeçmişe katlanmamızın tek sebebi Silezyalı dokumacıların hikâyesi şiiridir. Silezyalı dokumacıların hikâyesi en sevdiğim şiirlerdendir. Bir dizesinde şöyle der Heine;

Yuf O Tanrıya, Tapındığımız Tanrıya / Soğuk Kış Gecelerinde Biz, Aç Çıplak / Yalvardık Yakardık, Umutlandık, Bekledik Boşuna, Komadı Bizi İnsan Yerine, Aldattı Bizi, Alay Etti Acımızla. / Dokuruz Ha Dokuruz, Dokuruz Ha Dokuruz, Dokuruz Ha! 

Necati bindokuzyüzaltmış bir yazının en normal gününde Üsküdar’da dokunur. Dokunmasına dair hiçbir mucize belirtisi ya da anormali yoktur. Zorlasak ta yoktur işte.  Dört kilo  ikiyüzonüç gram bir bebeciktir. Bebeciktir ama şirin falan da değildir. Bildiğin kuzgun yavrusundan hallicedir aslında. Bilinen bir babası yoktur.  Necati’nin çocukluğundan hatırladığı hiçbir şey yoktur. İlk hatırası 13 yaşında tıkanan lavabonun suyunda kendi aksini göremediğinde ilk kez ağlamasıdır. Necati hiç okula gitmemiş, sokağa çıkmamıştır. Öylece büyümüştür. Ta ki bin dokuzyüzseksenbir in demli bir öğleden sonrasında kapı açılana kadar.

 

3.BÖLÜM: REDİYEZ MİNÖR ve CHRONIQUES DE  L’OISEAU A RESSORT

Kapı açılır Adiya’nın gölgesi tüm koridoru kaplar. Ancak şimdi size devamını anlatmayacağım. Belki sonra. Adiya kimdir? Sen dikkatli okur hemen hatırlayacaksın. Ancak okurların yüzde doksan beşi hatırlayamayacak. Kitabın sonuna bir aile ağacı eklemeyi planlıyorum. Eğer eklemişsem direkt kitabın bu baskısının sonuna bakın ve kitabı bırakın. Okumayın. Daha verimli şeyler yapabilirsiniz sakıncası yok. İllaki bırakmam diyorsanız, bir Slovak atasözünün peşinden gidin. Size neden hayatınız için doğru bir karar verdiğinizi her zaman hatırlayacaksınız. Öldükten sonra bile. Daha fazla işe yarayacağına garanti veririm. “Kde sa dvaja biju, tam treti zvitazi.”

Dehşet verici tüm tahriklerime rağmen kendini yüzde doksan beş içinde gören okura tavsiyem kitabı hemen bıraksın. Zira bir süre sonra her şey çok daha fazla karışacak. Ya da çoktan karıştı.

Tek buzlu ve Sevillana zeytinli Martini Fiero. İyi bir tercih geceye. Güzel kokulu bitki ve baharatlarla aromatize edilmiş bir tür şarabın, alkolle zenginleştirilmiş hali. İlk içimi binsekizyüzatmış. Cini keşfeden İtalyanların bize armağanı. Gerçekten Tokyo’nun ortasında geleneksel bir DarkJazz barda Martini Fiero içmek mucize. Ve sanırım bunu sadece senin gibi bir Türk gerçekleyebilir.

Derin karanlığın ve arasından süzülen mavinin beni sürüklediği bir hezeyan. Mucize ise ancak tesadüflerin olabildiği bir evrende olabilir gibi geliyor bana.

Özge. Türk kadın kent ozanı. Bir nevi duvar ustası. “Nefeslerimizin ritmi asırların arasına giriyor” diyerek evrenlerin ötesinin anahtarına sahip büyük kadın. Özge. Evrenin tüm sırlarını verebilir size. Eğer severse.

Glenlivet içmeni ilginç buluyorum aslında. Beş yüz milyon yıl öncesi İskoçyadaki volkanik bir patlamanın bize armağanının kusursuz ellerinde demlenmesi gerçeküstü bir fotoğraf benim için.

/

Bu oniki yıllık bir seri. Soluk altın rengi. Bir nefes aldığında serideki meyve notalarını hissedebiliyorsun. Sonra o notalar büyüyor. Kocaman oluyorlar beyin hücrelerinle birlikte.

Tsukuru Tazaki. Otuzların amaçsız adamı ve dahi piyanisti. Üzerinde çalıştığı senfoni asla bitmeyecek. Yani bir nevi duvar yıkıcı.  Üstelik renksiz.

Seninle From The Stairwel üzerine konuşmak istiyorum. Ezgisi dokunaklı White Eyes hakkında daha çok da. Kediler evet kediler hakkında da konuşmak istiyorum.

Çok sıkıcı bir hikâye bu. Nereye gideceği belli olmayan.  Sonunu mezara giren kuzgun getiremeyecek.

Sahnede The Kilimanjaro Darkjazz Ensemble, White Eyes çalıyor. From The Stairwel albümünden.

Özge benimle gelir misin? / Neden? Nereye diye sormuyorum sadece neden? / Kedilerle konuşan bir adam tanıyorum. Onu bulmalıyız. O bize gösterecektir kayıp notanın gittiği yolu ve öykünün sonunu. 

Bana bir şey söyle, bir tek şey. Az sonra uyanacağım ve yine o korkunç, gürültülü bataklığa döneceğim. Sahnede The Kilimanjaro Darkjazz Ensemble, White Eyes çalıyor ve ben dinlemek istiyorum ölmeden. Gün telaşları, aksırıklar, gözyaşı ve bulut içinde kalacağım az sonra. Lütfen söyle. Uyanırsam, eğer uyanırsam. Seni şimdi öpeceğim bir kez ve sonra . Göz kapaklarımdan doğmakta olan güneş sızmaya başladı bile. Sarı ve pis. 

 “Trua”

Hızla koşarak uzaklaştılar kapıdan diye devam etmeli öykü. Çünkü hepimizin beklentisi bu yönde. Ben de öyle istiyorum. Ben! Benim adım Stefka. Bir çok dilde, pek çok adım olabilir. Ben kendime Stefka demeyi seviyorum. Tatlı Stefka.

Hiç iyi dövüşemedim bugüne kadar. Birkaç fırsatım oldu aslında. Örneğin Bindokuzyüzkırkaltı yazında Paloma köyü yakınlarındaki korulukta Heinn ile karşılaştığımda. İşte tam da o zaman Heinn’in bacaklarını kırıp, bodur bir ağacın çiçeksiz eğri büğrü taştan dallarına asabilirdim dilinden. Ve belki de tanrı gölgesi kurdun peşine düşmüş, sırtında ısırıklar ve yaralarla, kanı ağaçlara, dallara, kayalara yapışan bir antilop gibi güçlü ve öfkeli olabilirdim. Tatlı Stefka. Beyinleri duvarlara yapıştırmanın ustası.

Şurada daha az ağaçlıklı, gökyüzünü görebileceğimiz bir başka yol var. Buralarda birbirine yakın yüzlerce koruluk vardır. Bulgar partizanlara yıllarca konak olmuş bu korular. Vitoşa’dan baskına giden küçük partizan grupları buralarda pusu çatarlarmış. Hala onların ayak izleri var. Nefesleri, yanaklarından akan kan solarak geçtiğimiz dallardadır.

Ognyana’yı biliyor musunuz? Anlatmak isterim size yol uzun. Mitka Gribçeva Ognyana. Bulgar partizanı. Kölelikten özgürlüğe geçişin adı Ognyana.

Ben Ognyana. Cesur ve inançlı bir komünistim. 1916 yılında doğdum. Köyde küçük, viran bir evde oturuyorduk.

Kulübeye benziyordu evimiz, ancak bir metre kadar yüksekliği vardı yerden. Saklambaç oynarken çok kez evin üstüne çıkar, bacanın ardına saklanırdık. Bir iki kiremit de kırdık mı, annem adamakıllı pataklardı bizi, çünkü ekmeğimizden kesmek gerekiyordu onarımı için.

Beş çocuktuk, dördü oğlan biri kız. Hepimiz hasır döşeli geniş bir sedirde, bir örtü altında yatardık, iki kaba kilimimiz vardı, birini altımıza döşer, diğerini de örtünürdük.

Odanın yarısını kaplıyordu sedir. Geri kalan toprak sıvalı döşemede birkaç alaca testi ile anneme düğününde sağdıcının hediye ettiği iki bakraç vardı dizili. Yılların kararttığı alçak bir sini, üçayaklı birkaç iskemle ve köşede bir de sandık; işte bunlardan ibaretti bütün ev eşyamız.

Kadın öğretmenimiz, soyadını bilmiyorum, köyde ona herkes Stefka öğretmen diyordu, Tatlı Stefka, otuz yaşlarında iyi yürekli, zeki bir kadındı. Dışarıda koca küfürlerin ardı ardına sıralandığı bir gün dayanamadı, bize uslu durmamızı tembih ederek aceleyle çıkıp gitti. Az sonra bağırıp çağırmalar dindi. Dışarıda ne olmuştu bilmem, ama dershaneye döndüğü zaman yüzü bembeyazdı, gayet bitkin bir halde sandalyeye oturup:

Canavar, alçak bir polis canavarı! dedi dişlerini
sıkarak.

O günden sonra biz okuldayken karısını dövmüyordu Heinn ve polis canavarı dendi mi, kalın enseli, kırmızı pancar burunlu, koca bıyıklı Heinn gelir aklıma.

Büyük bir hikaye. Devamını merak ediyorsanız bana yazın. Kitabın bir yerlerinde bana ulaşabileceğiniz mutlak bir işaret olacaktır. Size büyük bir keyifle Ognyana’nın kitabını hediye edebilirim. Bana söylemeniz yeterli. Hangi dilde isterseniz.

Tazaki seninle burada ayrılıyoruz artık. Özge ve ben ilerleyeceğiz. Sana ihtiyacımız hiç olmadı.

Eğer rüyamızda ölürsek Stefka tekrar uyanamaz
mıyız?

Gözlerimin ardına bak Özge. Yükselen dumanları görebiliyor musun? Evet! Az önce kedilerle konuşan adam koca bir kenevir tarlasını ateşe verdi. Derin derin soluklan dumanlı karanlığı. Günlükleri düşün. Derinlerine in kendinin ve son sesi fısılda.

ttps://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A%2F%2Fapi.soundcloud.com%2Ftracks%2F737769109&color=%23ff5500&auto_play=true&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false&show_teaser=true

 

Introduction to Humanity

Önceki Bölümler,

182/6.BÖLÜM

182/5.BÖLÜM

182/4 .BÖLÜM

182/3 BÖLÜM

182/2 2.BÖLÜM

3 TEFRIKA 1.BÖLÜM

Facebook Yorumları