Günler baş döndüren bir hızla geçiyor genç kadın kayıp figürün ardından hem onu hem kendini arıyordu. Ama her çaldığı kapının ardından aynı yoklukla ayrılıyordu.

“KAYBOLDU”.

Ve o cumartesi, zamanın içinde bir yerlerde ruhu düştü ve kırıldı. Mayıs meydanında ruhu düştü ve kırıldı. Kentin en kalabalık caddesinde yoksul bir meydanda alınlarında bin yılın yazgısı, kudretten cezalı toprakların anaları ağıtlar yakıyorlardı “KAYBOLAN” evlatlarına Plaza de Mayo’dan öteye. Yokluklar sarmaladı kalbini. Ürktü, korktu ve kaçtı önce. Sonra tekrar geldi bir zaman sonra ve yine. Bu kez biraz daha yakından baktı. Kaybolan yüzlere. Ne güzel çocuklardı her birisi. Ab-ı hayat, Ab-ı su… Saçları kandan kına ana soruyordu, “Düzgün Tekin Nerede?” Ve on sekiz yaşında bir kahraman rüzgâr oluyordu; “Ayşenur Şimşek nerede?”

Hesap vakti gelmişti. Kaybolan ne kaybeden kim. Her yeninden yaklaştığında yoksul meydana daha büyük depremler oldu içinde. Tüm yalanları yıkadı beyaz tülbentli kızıl bantlı anaların ağıtları.

Zamanın içinde bir yerlerde hayat akıyordu ve artık genç kadın için kaybolan ruhunu bulmak için yola düşmekti yapılacak tek şey. Küçük çantasını toparladı, bir kez daha baktı yabancısı olduğu eve. 38 numaralı kapıyı ardında bırakıp merdivenlerden indi yavaşça. Gün döndü bir başka aktı hayat. Ağır ağır yürüdü sokakları. Kentin en kalabalık caddesinde yoksul bir meydana doğru ilerledi. Bu sabah en taze çiçeklerini sunuyordu hayat. Yeni uyanmış buğday başaklarının üzerinden çiğ tanelerini toplayıp getiriyordu gökyüzünün ak pak damlaları.

Kalabalığa karıştı. “Gözlerinden bir damla yaş olup aktıklarımızın” yanına oturdu. Bir ak saçlı ana sıvazladı omzunu. Gözü gibi koruduğu oğlunun fotoğrafını verdi ekmek kokan sıcak elleriyle, mezar taşına hasret.

Kulakları sağır eden bir sessizlik telsizlerden anons geçiti  “Alın hepsini”. Bir güvercin kanat çırptı boşlukta. Kan revan içinde kaldı yoksul meydan. Genç kadının elinden savruldu bir civan perçemi düşüverdi boşluğa.

Yavaşça açıldı 38 numaralı kapı. Bir civan çıkıtı gün yüzüne. İncecik dal gibi. Ağır ağır indi merdivenlerden. Gün izi ışıldadı gözlerinde. Çukurova’nın bereketli toprağı. Sağlam adımlarla geçti sokağı. Sonra… hızlandı civan perçemi. Koşmaya başladı. Aceleci bir beyaz Toros kesti önünü. Sokak Gölgeleri yayıldı her yana. Başına kara bir çuval geçirip zorla bindirdiler arabaya. Biri seslendi “- Nereye atalım Abdi Ağa?” Güçlükle ses verdi. “Ben kimim?” Abdi Ağa sordu dehşetle “Sen kimsin?” Haykırdı civan perçemi “Ben İnce Memed!” Çekti pimi. Yıldızlar yağdı geceye. Alev toplu dalgalandı kentin sokaklarında. Yoksul bir ana huzurla son uykusuna yattı. Düşünde oğluna sarılmak için.

Aslında büyük bir farkı yok hikayelerin. Efendinin kırılma anları sadece. Hesap edemediği, hükmedemediği anlar bunlar. Yüzbin kez tekrarlanmıştır tarihte. Hades’in bile kırılma anları vardır. Yani Euterpe’nin yeryüzüne dönüşüne izin vermek zorunda kalırken bile, Hades bir kısacık teslim oluş hatırası yayar krallar, efendiler, tanrılar adına semaya. Boran Fırtınası.

Ama bu kez, ama bu kez çok farklı. Elbette boran kuşu İnce Memed’in fedası kadar incelikli. Ancak bu defa. Bir altüst oluşa, bilinen hikayelerin yalanlanmasına, tükenişimize ve bir daha tekrar doğamayışımıza doğru koşuyoruz. Bu roman bittiğinde daha önce tanımlayamadığınız, bilmediğiniz için tanımlayamadığınız bir dokunun içinde olacaksınız. Ben oradan yazıyorum size. Şöyle düşünelim. Mesela tanımlanamayan dünya dışı varlıklar. Bizim algımız, duyabildiğimiz ses aralığı, görebildiğimiz dalga boyu ya yeterli değilse bu varlıklar için. Yeterli değilse sarmalı açıklamak için.

O öğleden sonra tıpkı son otuz, kırk, elli… yıldır yaptığım gibi akşam mesai saati bitişini beklemeye başladım. Benim için zaman beş saatten oluşuyor. Geri kalan ondokuz saatin varlık sebebini ise hiçbir zaman anlayamayacağım. Sabah kalkışım, işe gidişim, öğle yemeğim, iş çıkışım ve yatışım. 06.00, 06.45, 12.00, 19.20 ve 21.00. Bu saatleri asla unutmayın. Hafızanıza kazıyın. Unutmayın.

Saat tam 18.30’da ben asla unutmuyorum tüm İstanbul büyük bir gürültü ile sarsıldı. Bu çok beklenmedik, çok inanılmaz, çok ışıklı sarsıntının beni çok etkilediğini söyleyemeyeceğim. Zira ben duymadım ve hissetmedim. Çevremdeki siluetlerin telaşından telaşlandım, takıntılandım, korktum. Ne yapacaktım şimdi bu beklendik değişime karşı.

Silüetlerin bir an önce güvenli bir alana ulaşma telaşı hızla damarlarıma sirayet etti. Yine soruyorum; ne yapacaktım şimdi. Beynimi allak bullak eden bu sağır gürültü, bu karmaşa neydi?

Introduction to Humanity

Önceki Bölümler,

182/8.BÖLÜM

182/7.BÖLÜM

182/6.BÖLÜM

182/5.BÖLÜM

182/4 .BÖLÜM

182/3 BÖLÜM

182/2 2.BÖLÜM

3 TEFRIKA 1.BÖLÜM

Facebook Yorumları