Deniz Poyraz ile “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” ve de edebiyat üzerine samimi bir röportaj gerçekleştirdik.

Merhaba, öncelikle söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Sizi daha yakından tanımak isteyen okurlarımız için kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

Lüleburgaz’da doğup büyüdüm. Çocukluğum ve ilkgençliğim bu sakin, güzel Trakya ilçesinde geçti. Sonrasında, üniversite eğitimim için İstanbul’a yerleştim. Yaklaşık sekiz senedir yaşadığım Beşiktaş’tan evvel, Yenibosna’nın işçi mahallelerinden birine taşınmıştım şehre ilk geldiğimde. Sözünü ettiğim mahallede üniversite öğrencileri etnik, kültürel, sosyal anlamda ötelenmiş veya ekonomik olarak dezavantajlı durumda bulunan insanların çocuklarına dersler veriyordu bir kooperatifte. Bu bir çeşit eğitim dayanışmasıydı; bir köşesinden ben de dahil oldum ve çok güzel insanlar tanıdım orada. O vakte kadar görüş alanımın dışında kalan bir yerdeydi edebiyat. Daha çok sosyolojik, bilhassa politik metinler okumaktan keyif alıyordum.

Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki mühendislik eğitiminizi yarıda bıraktığınızı biliyoruz. Bu sürecin ardından yazın hayatına geçişiniz nasıl oldu?

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti,” sözüyle başlar ya Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı. Bu anlamda benim yaşamıma etkiyen kitap, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanı oldu. İnsana, topluma, içine fırlatıldığım dünyaya bakışımı yekten değiştiren bir kırılma yaşadım Dostoyevski vesilesiyle. İdeolojik bir başkalaşım hâli… İnsan zihninin art alanları, karanlık kuytuları hakkında düşünmeye, oradaki bataklık alanları keşfetmeye başladım. Bu yolda tek rehberim kitaplardı. Bütün bir hayatımı özgürce kitap okuyabileceğim biçimde kurgulamaya çalıştım. Hâlâ daha çalışıyorum. Fakat bir yerden sonra okumak yetmez oluyor. Kitapçıya girdiğinizde, edebiyat rafında büyük bir açlık ve saflıkla dolaştığınız devreden çıkıyorsunuz. Hayranlıkla okuduğunuz tüm o yazarların yanına iliştirilen ve üstünde adınızın yazılı olduğu bir kitabın hayali rahat bırakmıyor sizi.

Sorunuza dönersek, düzenli okumalar yapmaya ve yazmaya başlamamla, sosyal hayatla beraber okuldan da bir kopuş oldu tabii. Tek gayem okumak, yazmaktı. Fakat yazdığım irili ufaklı şeyleri okuduklarımla kıyaslayınca başarısız olduğumu düşünüp büyük bir umutsuzluğa kapılıyordum her seferinde. Bu durumun bendeki etkisi, mühendisliği bırakıp sanat tarihi eğitimi almaya başlamak oldu. Böylece, sanatın resim, heykel ve mimari gibi pek çok disiplinine yakından bakma şansım oldu. Sanat tarihi, entelektüel anlamda da beslendiğimi hissettiğim bir alandı, ilham vericiydi. Aynı dönem bir tesadüf sonucu Mahir Ünsal Eriş’le tanıştım, beni öykü yazmaya teşvik etti. Bu sayede edebiyat alanındaki motivasyonum, konsantrasyonum artmaya başladı. Böylece Türkçe edebiyata daha da ağırlık verdim, yazmaya niyet ettiğim dilin ustalarını okumaya ve kendi metinlerimi yazmaya devam ettim.

Eleştiri, makale ve röportaj gibi farklı türlerde çalışmalarınız ardından “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” ile öyküye geçişiniz var. Bu süreçten bizlere bahsedebilir misiniz?

Aklımda eleştiri, makale, röportaj türünde yazmak yoktu aslında. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisiyken Toplumsal Hareketler: Emek ve Cinsiyet adlı bölüm dışı bir ders almıştım. Sevgili Feryal Saygılıgil’in verdiği bir dersti. Feryal Hoca, öğrencilerinin potansiyellerini gerçekleştirmelerine ön ayak olma konusunda mahir bir hocadır, hakkı ödenmez. Kendisinin de yayın kurulunda olduğu Duvar Dergisi için bir kritik yazısı yazmamı istedi benden. Böylece hayatımda ilk defa bir yazım yayımlanmış oldu. Sonra BirGün Kitap, Evrensel Kültür, Bianet, Ayrıntı Dergi derken, bu türlerde yazmaya alıştım. Bunlar genellikle çağdaş edebiyata dair kritik yazılarıydı. Bu sayede hem çağdaşım olan yazarların ürettiklerini yakından takip edebilme hem de edebi metinlere eleştirel bir gözle bakabilme imkânı buldum.

“Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” kitabın kapak tasarımından başlayarak insanı içine alan ve de bununla kalmayıp oldukça sarsan öykülerle dolu. Aslına bakarsak hayatın ta kendisi var. Siz bu sarsıcı, çarpıcı öykülerinizi yazarken nelerden etkilendiniz?

Bahsettiğiniz etkiyi yaratabilmek -ki başarmışsam ne mutlu bana- öykülerimi kaleme alırken bilhassa arzu ettiğim, üstüne çaba harcadığım bir şeydi. Okurluğumun refleksidir, edebi gücü ne denli yüksek olursa olsun eğer bir metin yaşamdan, insandan, toplumdan kopuksa beni hızla dışına itiyor. Onu okumayı sürdüremiyorum. Ben kendi adıma, okuduğum şeyin beni harekete geçirmesini beklerim. Okuduğum kitap bende bir hınç, öfke, kızgınlık veya şaşkınlık yaratsın, dert edindiği meseleyle “canımı sıksın” isterim. Bir okur olarak olabildiğince gerçekçi, mümkün mertebe detaycı, kurguyu ön planda tutan, aforizmalardan ve şiirsellikten uzak duran bir anlayışla beraber sade ve akıcı bir dilden yanayım. Hem öyküde hem romanda. Yazarlık da aslında okumaktan keyif aldığınız şeylere öykünmenizle başlıyor. Doğal olarak, ne tür şeyler okumaktan hoşlanıyorsanız, yazdıklarınızın rengi de buna çalıyor.

Kitabın kapak tasarımı -olumlu anlamda- birçok röportajda mevzubahis oldu. Ben de vesileyle bu güzel illüstrasyon için sevgili Seda Mit’e bir kere daha teşekkür edeyim.

Peki, kitabınıza adını verirken birçok öykü arasından nasıl bir seçim yaptınız?

En basit ifadeyle söylemeye çalışayım; eğer kitaba bu ismi verirsem, diğer öyküleri de himaye eden tematik bir bağ yakalarım diye düşündüm. Fakat biraz uzun bir isim seçmişim. Bu konuda başta İletişim Yayınları’nın fuar stantlarında görev alan dostlar olmak üzere memleketimdeki tüm kitabevi emekçilerine karşı biraz mahcubum. Haklarını helal etsinler… Kitabın ismini söylemek de yazmak da vakit alıyor, uğraştırıyor biraz.

Şu ana kadar aldığınız tepkiler nasıldı peki “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler” ile ilgili? Nasıl geri dönüşler oldu size?

Kitap yayımlanalı bir sene oluyor. Geçtiğimiz bir yıla dönüp bakınca, tepkilerin çoğunlukla olumlu olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Yara adlı öykümün şaşırtıcı biçimde ön plana çıktığını gördüm. Bu öyküm okurun belleğinde önemli bir yere denk düştü gibi geliyor. Söylemesem olmaz, küfür ve argo kullanımı konusunda şikâyetler de aldım. Bilhassa annemden! Tabii bunlar gayet nazik ve tatlı dilli tavsiyeler şeklindeydi. Kullandığım dil, metnin akışına uygun biçimde ve içgüdüsel olarak meydana geliyor; kurguladığım karakterlerin ideolojisine, atmosfer edindiğim mekânların sosyal-kültürel yapısına göre biçimleniyor; fakat bir şey diyemiyorsunuz tabii… Bunun dışında, her yazarın karşılaştığı bir durumdur: anlattığım şeyleri yaşayıp yaşamadığım çok soruldu. Kendini öykü karakterlerimle yoğun biçimde özdeşleştiren okurlar oldu, bazı öykülerden sonra kitabı okumaya ara verdiğini, öykülerin ağır geldiğini söyleyen de. Böyle durumlarda ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz, tuhaf hissediyorsunuz; fakat ben içten içe mutlu oldum, “gerçeklik yanılsaması yaratmayı biraz olsun becerebilmişim demek ki,” diye düşündüm.

Sosyal medya hesaplarımdan geri dönüşler almaya devam ediyorum aktif biçimde. Okur, görüşlerini/hislerini uzun uzadıya yazmak istiyor. Ben de bir okur olduğum için o hissi anlayabiliyorum. Neticede, Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’in okurunu bulduğunu düşünüyorum. İsmini bilmediğim, yüzünü görmediğim, belki hiçbir zaman tanışamayacağım okurlar da dahil olmak üzere, yazdıklarıma vakit ayıran herkese içtenlikle teşekkür ederim.

Yazın hayatınızda vazgeçilmezim, başucu eserim diyebileceğiniz yazarlar, eserler var mı sizi etkileyen?

Tabii ki. Başta Haldun Taner, Refik Halid Karay, Orhan Kemal, Sevgi Soysal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Oğuz Atay, Nahid Sırrı Örik, Yusuf Atılgan gibi yazarlar olmak üzere, isimlerini her seferinde minnetle andığım ve burada tek tek sayamayacağım daha birçok ustanın hakkını ödeyemem, yazarlığıma katkıları büyüktür. Edebiyata dair ne öğrendiysem, onlar sayesindedir. Dünya edebiyatından ise başta Dostoyevski olmak üzere Franz Kafka, Jack London, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Vladimir Nabokov, Samuel Beckett, Georges Perec, Boris Vian gibi isimleri anmak isterim.

Yaratıcılığınızı tetikleyen unsurlar nelerdir peki? Özellikle verimli olduğunuz saatler var mı örneğin?

Yazma sürecim, beni etkisi altına alan bir fikrin peşinden gitmemle ilintili. O fikir olgunlaştıktan sonra gerisi masa başı işçiliği… Bu işçiliğin verimi de gece geç saatlerde, el ayak çekilince artıyor. Bu esnada bolca tütün tüketimi oluyor tabii. Yaratıcılığımı tetikliyor mu bilemem ama, bilhassa bağımsız sinema benim için özel bir yerde duruyor. Sinema sayesinde, kelimelerden bunaldıkça görüntüye sığınıyorum. Sağlam hikâyesi olan iyi bir film izlemek, gerçek bir motivasyon ve ilham kaynağı bence.

Yazın hayatına girmek isteyenler, yazınla bir şekilde bağı olanlar ama yol gösterilmeye ihtiyacı olanlar için verebileceğiniz tavsiyeler var mı?

Bu yolda ben de hâlâ bir öğrenci olduğumdan ve daima böyle kalacağımdan dolayı ne söylesem cüretkârlık edecekmişim gibi geliyor. Fakat naçizane, okumadan yazılmıyor.

Sizce yaratıcı yazarlık atölyelerinin yazın hayatına etkileri nasıl? Olumlu yönde mi?

Açıkçası daha önce böyle bir atölyeye katılmadım, işleyişlerini pek bilemiyorum. Fakat ilk metinlerini yaratıcı yazarlık atölyelerinde üretmiş yerli ve yabancı harika yazarlar var; kitaplarını büyük bir beğeniyle okuyorum. Bu atölyelerden olumlu sonuçlar alabilmek kişinin kendi elinde gibi görünüyor.

Son olarak sizin söylemek, eklemek istedikleriniz var mı?

Güzel sorularınız için çok teşekkür ederim. Yayın hayatınız uzun soluklu, okurunuz bol olsun…

Çerezzine ailesi olarak bir kez daha teşekkür ederiz.

Facebook Yorumları