“Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları, Hayalet Kitap, Varolmayanlar, Güneş Hırsızları, Kimdir Bu Mitat Karaman?” kitaplarının, aynı zamanda Headbang yazarı Doğu Yücel ile edebiyattan heavy metale kadar birçok konuyu görüştük.

Merhaba, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizi daha yakından tanımak isteyen okurlarımız için kendinizden bahsedebilir misiniz?

Merhaba. İstanbul’da yaşayan sıradan ve sıkıcı bir canlıyım. Yazdığım öykülerle bu sıradanlığı ve sıkıcılığı biraz olsun kırmaya çalışıyorum. Buyrun size aforizma. 🙂

Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu olduğunuzu biliyoruz.  Eğitimini aldığınız bölüm sonrası yazın hayatına geçişiniz nasıl oldu?

İktisat’a girdiğimde İktisat’ın anlamını bile bilmiyordum. Benim kafama daha çok uyabilecek Sosyoloji gibi bölümler de seçmiştim ama o dönemki sistemde puanınız nereye isabet ediyorsa oraya gidiyordunuz. İktisat’ın daha ilk senesinde ne kadar büyük bir hata yaptığımı fark ettim ama n’apalım artık, hiçbir zaman öğrenemediğim ve öğrenemeyeceğim para işlerini öğrenmek için en azından bahane olur diye düşündüm. Bu sırada kendimi gerçekten sevdiğim alanlarda geliştirmek adına tiyatro kulübüne girdim, sinema kurslarına katıldım, çok kitap okudum ve sürekli yazı egzersizleri yaptım. Zaten çocukluğumdan beri kendi çapımda öyküler yazıyordum. Üniversite 2. ve 3. sınıflarda katıldığım iki öykü yarışmasında dereceye girince yazarlık konusunda ilerleyebileceğime ikna oldum. 2000 yılında ilk öykü dosyam kitap olarak yayımlandı, sonra devamı da geldi. Bu sırada İktisat’ı zor bela bitirdim ama halen daha para işlerinden zerre anlamıyorum.

Son kitabınız, “Kimdir Bu Mitat Karaman”a gelecek olursak diğer kitaplarınızdan farkı neydi sizin için Mitat’ın ve de şu ana kadar aldığınız tepkiler nasıl?

Çok güzel. Üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçse de neredeyse her gün internette kitap hakkında yapılan yeni bir yorumla karşılaşıyorum. Yine çok satanlara giremedim ama kitap çok okundu ve hakkında çok yazıldı çizildi. Umarım okunmaya ve yaşamaya devam eder.

Aslına bakarsak hepimizin içinde birer Mitat yatıyor sanırım, “h” siz kahramanlar… Ya da hepimiz bir nebze de olsa işe yaramıyor gözüken her an patlamaya hazır birer apandisiz belki de… Peki böylesine anti – kahraman duran, kahraman Mitat’ı yaratırken nelerden esinlendiniz?

Bugüne kadarki insan gözlemlerimden etkilendim. Sosyal fobiye sahip, aşırı çekingen, yalnız yaşayan karakterler hep dikkatimi çekmiştir. Kendimden de etkilendim tabii. Başarısızlık anında, özgüvenimi yitirdiğimde büründüğüm o zavallı halleri bir karakter üzerinde dondurmak istedim. Mitat fikrini kafamda geliştiren başka unsurlar da var. Misal, yapay zekayla birlikte birçok meslek tarihe karışacak ya.  Yuval Noah Harari yakın geleceğimizi anlattığı Homo Deus kitabında kısa zaman içinde yüzlerce mesleğin yani milyonlarca insanın birdenbire “gereksiz” olacağını söylüyor. Bu epeydir çok ilgimi çekiyor. Ben mesela şu an redaktör, yani düzeltmen olarak çalışarak hayatımı geçindiriyorum. Ama yarın öbür gün yapay zeka da bu işi yapabilir ve bir anda şu hayatta gereksiz biri olarak kalabilirim. Bu yüzden Mitat’ı muhasebeci yaptım, çünkü yapay zekanın tehdit ettiği başlıca mesleklerden biri. Kısacası, Mitat bu çağın bir kaybeden tiplemesi. Yani en azından bunu amaçladım.

Ayrıca yine Mitat’ta olduğu gibi hepimizin içinde birer Medusa saklı sanki gizli kalmış köşelerimizde, her an içimizde ortaya çıkmayı bekleyen kötülüğü tetikleyecek gibi… Bu yönüyle de, iyi – kötü çatışmasıyla da bir film senaryosuna benziyor Mitat. Bu bilinçli bir tercih miydi yazarken? Yoksa “h” siz kahraman Mitat’ın ele geçirmesi mi gidişatı?

Tabii. Ben aslında tüm öykülerimi, romanlarımı ileride filmleri çekilir diye yazıyorum. En soyut öykümün bile sinematografik veya en azından görsel başka türlü bir karşılığı olmasını dilerim. Senaryo sanatıyla da ilgilendiğim için öykü ve romanlarımı aynı zamanda bir senaryo gibi kuruyorum. Bu bana öyküyü zenginleştirmekte de yardımcı oluyor. Mitat’ın kolunda Zeus ve Medusa dövmeleri böyle çıktı mesela. Mitat’ın iç sesini vermem gerekiyordu romanda. Ama romanda üçüncü tekilden anlatımı tercih etmiştim. Üçüncü tekilden yani tanrı gözüyle anlatırken karakterin iç dünyasına girmeniz kolay olmuyor. Habire “Mitat böyle düşünüyordu” demek de istemedim. Mitat’ın biriyle veya bir şeyle konuşması gerekiyordu. Evde baktığı evcil bir hayvan olabilir diye düşündüm sonra vazgeçtim. Çünkü Mitat’ın tamamen yalnız olmasını istiyordum. Bir de beceriksiz olduğu için herhangi bir hayvana bir çiçeğe bile bakamaması gerekiyordu. Sonra aklıma kendi dövmelerim geldi. İki tane Iron Maiden dövmesi. Bir gün apartmanımızda vefat eden kadının mevlütüne zorla götürülmüştüm, katılan herkes muhafazakardı. Hüzünlü bir ortam vardı ve dualar okunuyordu. Bense sürekli dövmelerimi saklamaya çalışıyordum. Bu olay kitapta farklı bir şekilde yer alıyor mesela. Kısacası: iyi ile kötü çatışması ve karakterin iç sesini vermek için dövme figürlerini kullandım. Bir gün filmi çekilirse konuşan dövme figürleri ilginç olur diye düşünüyorum. Buradan yönetmenlere sesleniyorum. 🙂

Mitat’ı okurken aklımızın bir köşesinde daima ya böyle olsaydı diye bir seçenek oluşuyor. Edebiyatçı kimliğinizi rastlantılar ve tesadüfler ne kadar etkiliyor?

Bilmem ki. Sanırım çocukluğumda Macera Tüneli kitapları okumaktan böyle bir durum gelişmiş olabilir. Hani şu en son Black Mirror’ın Bandersnatch bölümünde denediği, izleyicilere tercih sunduğu öykü anlatma metodu. Bunun ilk örneğini biz Macera Tüneli kitaplarında görmüştük. Sliding Doors gibi filmleri de çok severim. Kadere inanmıyorum, kaderci her türlü anlayışa da karşıyımdır. Hayatımızı tercihlerimiz ve yaptıklarımız belirliyor. Hayatta çok yanlış tercihler yaptığım oldu, İktisat’ı seçmek gibi ama hikayelerimde yanlış tercihler yapmamaya çalışıyorum. O yüzden mesela bir öyküde bir dönemeç anına geldiysek bazen öykünün nereye gitmesi gerektiği üzerine haftalarca, aylarca düşünüyorum.

Sizin dergicilikle de iç içe olduğunuzu biliyoruz. Şu anda da piyasada gerek mizanpajı, gerekse de içeriği birbiriyle oldukça benzer birçok derginin yer aldığını görüyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Ot ekolü dergileri söylüyorsunuz sanırım. Bence Ot önemli bir şeyi başardı, çok büyük kitlelere ulaştı. İnsanlar bu tip dergilere gömmeyi çok seviyor ama biz Blue Jean’i çıkarırken ona da gömüyorlardı. Şimdi nostaljik oldu diye de övüyorlar. Dergilere genel olarak gömülür zaten. Non Serviam yayınlanırken vay Şebnem Ferah’ı kapak yaptınız, davayı sattınız derlerdi, şimdi habire Non Serviam gibi bi dergi olsa ya diyorlar. Penguen’e hiç komik değil, birkaç kalem kaldı diye sallarlar, sonra derginin battığı anlaşılınca sahip çıkmaya çalışırlar. Bunlar aslında o dergiyi almayanlardır. Geçen gün Umut Sarıkaya’nın çizdiği karikatürdeki gibi “bedelsiz entelektüeller”. Hiçbir şeye para harcamayıp, tüketmedikleri şeye önyargıyla bok atarak egolarını tatmin eden bir tayfa var. O yüzden ben Ot ve benzeri dergilerin benzer bir önyargının kurbanı olduğunu düşünüyorum. Bunlar sonuçta edebiyat dergisi iddiasını taşımıyorlar. İçlerinde tek tük öykü oluyor, gerisi fikir yazıları. Burada yazılan fikirler kötü mü? Bence değil. Baktığımızda, evet aralarında popülist isimler var ama çok iyi yazarlar da var. Benim tek takıldığım nokta şu, bu da dergicilikle uğraşmış birinin serzenişi olarak okunabilir: Biz Blue Jean’i, Headbang’i çıkarırken en kaliteli, en iyi kalitede kağıt nasıl olur diye sürekli bütçe hesaplamalarıyla boğuşuyorduk. Kuşe kağıt olsun, cildi şöyle olsun, posterlerinde kat izi görünmesin, sayfalar en güzel nasıl tasarlanır gibi görünümüyle ilgili birçok konuda kafa yoruyorduk. Neden? Kalıcı olsun diye. Ki kalıcı da oldular. İnternet alışveriş sitelerinde halen ilgi görüyor bizim 15 yıl önce yaptığımız dergiler. Peki Ot ve benzeri dergiler geleceğe kalacak mı? Ben sanmıyorum. Kalitesiz saman kağıda basılan, saçma derecede büyük ebatta dergiler bunlar. Çantaya sığmıyor, kenara koyuyorsun, kendiliğinden yırtılıyor, o derece kalitesiz. İşte bunu anlamıyorum.

 

Senaryo yazarlığı yaptığınızı da biliyoruz. Daha önce Taylan Biraderler’in yönettiği Okul (2004) ve Küçük Kıyamet (2006) filmlerinin senaryosunu yazmıştınız. Uzun süredir sinema sektöründe yoksunuz. Peki, bu uzun aranın ardından Mitat Karaman’ı senaryolaştırma gibi bir düşünceniz var mı? Ve de Mitat Karaman bir film olarak çekilse, soundtrackinde hangi şarkılar yer alır?

Ben çok isterim ama maalesef benim istemem bu romanın filmleşmesi için yetmiyor. Kitap çıktıktan sonra bazı yapımcılar kitapla ilgilendi, gerek film olması gerekse de dijital platformlarda mini dizi olması yönünde görüşmeler oldu. Ama bir sonuca bağlayamadık. Sinema ve TV sektöründeki dinamikler çok acayip. Hangi projelere neye göre yeşil ışık yakıyorlar, bazı projeler niye bekletiliyor hiç anlamıyorum. Biraz da bıktım bu durumdan. İki tane filmim var, iki filmin ortalama gişesi 600 bin. Ki o yıllara göre bu rakam bugünün bir milyonu falan olsa gerek. Ama hala yapımcılara gidip “bakın bu hikaye çok güzel, vallahi tutar” dercesine görüşmelere gitmem gerekiyor. Sanırım Türkiye’deki senaristlerin ortak kaderi bu. Önceki projelerinizde başarılı olsanız bile sizi dinlemiyorlar. Ha eğer Okul ve Küçük Kıyamet sürecinde yaşadığım gibi bir mucize gerçekleşir de Mitat film olursa soundtrack’inde hangi şarkıları isterim… Aslında Spotify’da romanın soundtrack playlist’i var. Oradaki şarkılardan seçsinler. O listeye ek olarak Athena’nın romanda sıkça anılan Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar şarkısına bir ska-punk cover yapmasını isterim.

Yazınla iç içe oluşunuzun dışında iyi de bir dinleyici olduğunuzu biliyoruz. Sizin için vazgeçilmez olan heavy metal ve edebiyat ilişkinizden ve Iron Maiden’la olan tanışmanızdan bahsedebilir misiniz?

Yıl 1988, TRT’de Pop Saati’nde Can I Play With Madness’ın klibi yayımlandı. Bu klibin hikayesi çok güzeldir, tarihi bir yerde bir grup resim öğrencisi vardır, zorba bir öğretmenin direktifleriyle oradaki tarihi eserlerin, sütunların, harabelerin resimlerini yaparlar. Herkes  gördüğünü olduğu gibi çizerken bir öğrenci bulutların arasına Eddie’ye benzeyen bir canavar resmeder. Öğretmen bunu görür, “ben böyle bir şey istemedim” diyerek alıp resmi yırtar, atar. Sonra gökyüzünde gerçekten Eddie belirir, gözlerinden ışık çıkar, öğretmen bir çukura düşer. Bu klibi izlerken anında o öğrenciyle özdeşleştim. Çünkü ben de o yıllarda Türkçe kompozisyon derslerinde uçuk kaçık kompozisyonlar yazıyordum, bence fena değillerdi ama öğretmen ben böyle bir şey istemedim diyerek hep bana düşük not veriyordu. Şarkıyı da çok sevmiştim. Sonra o hafta sonu albümü aldım, albümü dinlediğimde gruba olan sevgim daha da büyüdü çünkü diğer tüm şarkılar Can I Play With Madness’tan daha güzeldi. Şarkı sözlerindeki o fantastik anlatımları görünce de gruba iyice bağlandım ve bugünlere geldik. 🙂

Peki, şu anki müzik piyasasını ve de yerli grupları nasıl buluyorsunuz?

Bir duraklama dönemi söz konusu. İyi gruplar arada bir çıkıyor ama yeni akımlar yok. 90’larda grunge, numetal, doom ve endüstriyel akımlarına şahit olduk. Prog metal’in yeniden canlanışını gördük. 2000’lerin başında emo, metalcore ve Amerikan Yeni Metal Dalgası’nı izledik. Şimdilerde böyle akımlar yok. Belki biraz Retro metal ekolünden bahsedilebilir, bunun başına da Ghost konabilir ama tam bir akım diyemeyiz buna. Black Sabbath veda etti, Rush emekli oldu gibi bir şey, Slayer, Scorpions ve Kiss veda turnesinde, Manowar jübile yapacağını iddia ediyor. Şimdi tüm bu devlerin yerine kim gelecek sorusu biraz endişelendiriyor. Ben Amon Amarth, Volbeat ve Ghost’a güveniyorum bu açıdan ama onların da bu kurucu efsanelerin kalibresinde olması mümkün değil. Olmaları şart mı? Rock müzik küçülse ne olur, tekrar yeraltına inse daha mı iyi olur? Bunların da üzerine düşünülmeli tabii. Yerli gruplara gelecek olursak, aslında çok yeni grup var. Spotify’da bunları bir araya getiren bir listem var (New Wave of Turkish Heavy Metal listenin adı). Müslüman mahallesinde bu kadar salyangoz satan metalcinin olması güzel. Ama bunlardan kitlelere ulaşabilecek grup sayısı az. Hâlâ yeni bir Pentagram’ın çıkmasını bekliyoruz, Godot’yu bekler gibi.

Son olarak Doğan Kitap’tan yayınlanan 16 yazardan 16 farklı öykü yer alan İstanbul 2099 kitabında yer alan öykünüzle okurların karşısına çıktınız. Biraz bu öykünüzden bahsedebilir misiniz bizlere?

Daha önce yine Kutlukhan Kutlu ve Aslı Tohumcu editörlüğünde “diktatör” temalı bir başka öykü derlemesi hazırlamıştık, adı Güçoburlar olmuştu. İstanbul 2099 bir açıdan bu derlemenin devamı. Bu defa editörlerimiz İstanbul’un 2099’unda geçen bir öykü tasarlamamızı istediler. Ben aslında böyle ısmarlama konseptler üzerinden yeni öykü yazarken çok zorlanıyorum. Bence öykü yazma süreci rüya görmek gibi gelişmeli, öykünün fikri bilinçaltının bize bir sürprizi olmalı. Aynen şarkı yazıyor gibi. Hadi şöyle bir şarkı yazayım demezsin ya, gitarı alırsın, güzel bir melodi çıkarayım derken keskin bir rif çıkar… İşte bu yüzden öyküm hakkında düşünürken İstanbul 2099 fikrini aklımdan çıkarmaya çalıştım. O sıralarda yazarlar futbol takımıyla Kıbrıs’ta Gazimağusa kentinde bir turnuvaya katılmıştık. Bu turnuva kapsamında yedi ülkeden sekiz takım barış ve dostluk içinde maçlar yapıyordu. Fakat stadyumun hemen yanında dikenli tellerle ve nöbetçi kuleleriyle çevrelenmiş Maraş kenti vardı. Kıbrıs’taki olaylardan sonra Türk ve Rum kesimlerini ayırma amacıyla tamamen boşaltılan bu hayalet kenti görmek beni çok etkiledi. Binalar çürümüştü, adanın bir zamanlar en güzel, en turistik olan kenti kıyamet sonrasındaki filmleri andıran bir hale dönüşmüştü. Bu tezat manzaradan yola çıktım ve peki ya bir gün, bir başka dünya savaşında Doğu ve Batı blokları savaşsa, sonunda da Doğu ve Batı’nın arasında kalan İstanbul böyle bir tampon bölgeye dönüştürülse ne olur diye düşündüm. Biraz spoiler oldu ama hikaye böyle doğdu.

Çerezzine okurlarına ve sizi sevenlere son olarak neler söylemek istersiniz?

Güç sizinle olsun. \m/

Çerezzine olarak değerli vaktinizi ayırdığınız için tekrar teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim. 🙂

Güvenilir rulet sitelerini http://www.roulette-excel.org/guvenilir-rulet-siteleri/ adresinde bulabilirsiniz .

Facebook Yorumları