Duvardaki saati izledi bir süre.Duvardaki saatin akrep ve yelkovanının sonsuza dek birbirini takip edişini. Ve o çıkardığı sinir bozucu tekrarlanan sesini ; tik tak…
Evet geçiyordu zaman sessizce. Nefret ediyordu bu sesten, çünkü sessizliği bozuyordu “hadsiz saat” diye geçirdi içinden. Sonra “had” sözcüğünü düşündü, sonra “hudut”… “Sınır” demekti bunlar kökteş sözcüklerdi, sınırlar önemliydi. Konu ne araya buraya gelmişti? Durmadan düşündü yine, durduğu yerde. Usulca kedisi yaklaştı yanına. Beyaz, tombul ve sakin bir kediydi. Onu sevdi bir süre ardından bir sigara yaktı. Sokak lambasının cılız ışığı odanın duvarlarına hüzmeler şeklinde vuruyordu. Saate bakmayı bırakıp duvarda asılı duran fotoğraflara baktı. Duvarda asılı duran fotoğraftaki insana baktı, gözlerinin içine içine. Fotoğraftaki insan tıpkı gerçekte olduğu gibi suratına yalandan bir gülümseme yerleştirmişti, bu yalanı eksik etmezdi dudaklarının kenarından. Düşündü yine, bunların hepsi bir düşün ürünüydü belki de. Ayağa kalktı yavaşça, eski ve dar odada yürümeye başladı duvara doğru kendi ördüğü duvardan sıyrılarak. Yürüdükçe eski parkenin çıkardığı gıcırtı bozdu yine sessizliği. Fotoğraflara yaklaştı dokundu onlara. Fotoğraflar kendi fotoğraflarıydı. Yaşarken ne kadar mutluymuşum dedi içinden. Sonra “hayır aslında yaşarken yalancının tekiymişim” dedi. Çünkü mutlu değilken mutluymuş gibi davranmıştı. Herkese yalan söylemişti fotoğraflarda bile. “Neden gülüyorum ki hepsinde?” Sonra o duvardan geçip gitti hiç yaşamamış gibi. Bu bir ölünün öyküsüydü, hiç yaşamamış olan bir ölünün hiç yazılmamış bir öyküsü.

Facebook Yorumları