Bazıları için müzik ruhun matematiğidir, baştan sona değin varoluşun bir parçasıdır. Çalışırken dinlersin, yerken, kafayı çekerken, seyahat ederken, okurken, sevişirken, ağlarken ve hatta uyurken bile. Ve bazı sanatçılar vardır, bazı şarkılar – bir koleksiyon edasıyla en iyilerden biriktirdiğin çalma listesinde asla yerinden olmazlar; işte, bendeki Hardal’ın yerini en yalın haliyle özetledim sizlere. İster listeye yeni parçalar eklemeye karar ver, istersen de seçenekleri en aza indirip “ne dinlesem şimdi?” kararsızlığını ortadan kaldırmayı hedefle – aylardır ve hatta belki de yıllardır dinlemiyor olsan da Hardal yerinden hiç kımıldamaz. Hatta öyle ki bugün tapılası sevdiğim rock gruplarına dair dünya genelinde bir liste hazırlayacak olsam, inanın bana Hardal bu listenin başını çekerdi. Bazılarınız abarttığımı düşünüyor olabilir fakat insanlar bu gruba boşuna “Türkiye’nin Pink Floyd’u” demiyor.

Bu yazıyı kaleme alma amacım çoğu internet sitesinde bulabileceğiniz gibi grubun kaç yılında kurulduğunu ve hangi yollardan geçtiğini anlatmak değil; aksine, istediğim şey, aslında Hardal’ı olabildiğince öznelleştirmek, çünkü yerlere tükürüp pet şişelere tekme atarak yürüdüğüm ergenlik çağlarımdan, edebiyatı bilge bir silah gibi kullanabildiğim olgunluk dönemlerime kadar bir şekilde birlikteydik. Varoluşsal arayışımın, yalnız başıma kafayı çektiğimde omuzlarıma çöken kahredici sessizliğimin, enstrüman öğrenmeye karşı duyduğum isteğin, en delice şiirlerimin, güzergahı belirsiz yolculuğumun ve derin felsefi sohbetlerimin hep bir parçasıydı aslında. Beni anlayan birilerinin olduğunu “Beni Anlayamazsın Şimdi” parçasıyla anladığım tuhaf bir an bile vardı hatta, sonrasında yazdığım bir şiire bu parçanın ismini verdim.

“…Islak kaldırımda oturmuş ağlıyor biri – pantolon paçalarında kusmuk izi
Suratına kapanan telefon karnına yumruk yemişçesine bükmüş onu
Ne yemek geliyor içinden ne bir başka şey – kıçındaki çizikten kan fışkırıyor
Coğrafyayı dudaklarındaki kıvrımlara saklayan kadından kaçmak kolay değil
Dağların arasından süzülen hınzır bir nehir gibi, ayak parmak uçlarında yükselip öpmek onu
Başlangıcına ve sonuna dair hiçbir fikri yok gerçekten – boyna ‘yokum!’ deyip duruyor”

Hırçınsınız, isyankarsınız, çünkü fark ettiğiniz yaşamın size uygun olmadığını anlıyorsunuz ve ailenizle aranızdaki uzaklık sizi sanatın her dalında düşündürmeye başlıyor, anlaşılmayı umuyorsunuz, anlatmayı deniyorsunuz ve yeri geldiğinde saklanabileceğiniz bir ütopyaya ihtiyaç duyuyorsunuz; işte böyle bir dönemde Hardal ve muhteşem gitar solosuyla “Ve Sadece Eğer” çıkıyor karşınıza. Biliyorsunuz ki bu tam size göre, çünkü şarkının sözleri kafanızın içindekileri işiten bir sese ait belki de – ve ruhunuzu büküp duran gitar yaşadığınız boktan hayatın hakkını verircesine sert. İşte bana olan şey de buydu, yıllar geçtikçe fanatikleşen öykü böyle başladı.

Aynanın hangi tarafıydı Hardal; bana düşündürdükleri şey hep bu olmuştur. Yetmişli yıllarda yirmili yaşlarda olmak vardı, diye iç geçiriyorum bazen. Bu insanları, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi rock grubunu canlı dinlemek ve tüm bunlar olup biterken oralarda bir yerlerde olmak ne harika olurdu. Bunun yerine siz moruklara edebiyatın ve müziğin boku yediği ucuz bir dönemden seslenmekle yetinebiliyorum.

“…Çoğunlukla Bukowski, Ginsberg ya da Poe’dan okuyorum, ayaklarımı sehpaya uzatıyor ve bir önceki gece çocukların yarım bırakıp gittiği biraları yudumluyorum. Sanırım sabaha kadar devam edebilen kuşağın da sonu geliyor. Yazarlar geçen yüzyılla birlikte daha da ibneleşiyor ve köhne bir çay ocağında kaymak istedikleri hatunlara yönelik ucuz şiirler parçalıyorlar. Ve bunca makinenin arasında Pink Floyd’dan çalmak, Led Zeppelin’den ve Hardal’dan çalmak orta halli bu boktan dönemi kapatmanın en iyi yoluymuş gibi geliyor. Tıpkı cazın başına gelen şey gibi bu, hayat suratımdan yumruklamaya devam ederken o usta gitaristlerin hayal gücüne güvenmekten başka bir bok kalmıyor geriye.”

Kaan Sinan’ın “Iskalayıp Durur Bazıları” öyküsünden alıntıdır. 

Facebook Yorumları