İSTANBUL’UN KARANLIĞINDA GEÇEN ÖYKÜLERE DAİR KISA KISA

İstanbul’un Karanlığında 
İki Kadın, Altı Öykü

Zincir
Ateşaltı
Ada
Zeynep Çolakoğlu

Lâl Uyanış
Havuz
Şahmeran
Orkide Ünsür

Karakarga Yayınları
Mart 2020

 

ZİNCİR

“Birbirine bağlı olmak senfoniktir…”

Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilmiş bir müzisyenin, yarım kalan bir beste için geri dönmesiyle başlayan öykü, bir kişiye, bedene, müziğe ya da yaratmaya karşı duyulan arzunun doğasını anlamaya çalışır.

Yaşama ve müziğe karşı duyulan arzu, müzisyen Mortem’de, kıskançlık ve sahiplenme dürtüleri, Hint felsefelerinde isminin sözcük anlamı illüzyon olan Maya’da vücut bulur. Öykü içinde “Bir Hayalin Novellası” adlı romanı yazan yazar ise aşkla ölümün mitolojik birlikteliğini deneyimlerken, tanrısal bir yere koyduğu idolü Mortem’in dikkatini, yazdıklarını çarpıtarak çekmeye çalışır.

Moonstruck adlı grup, Elementler albüm turnesinin son ayağı olan İstanbul için özel bir sahne şovu hazırlar.   Şov, şaman davulları, sonik patlamalar, ölü kargalar ve deneysel bir su altı deneyimini içermektedir. Yedikule Zindanları’ndaki müzik gösterisi ölüm deneyimine dönüşür.

Arzu, aşk mı, ölüm mü, eksik mi, illüzyon mu yoksa ansızın karşımıza çıkan bir zincir midir?

Zincir, Lacancı bir gösteren olarak arzuyu simgeler.  Paramparça olmuş müzisyen, yarım kalmış beste, çarpıtılmış roman, kana bulanmış sergi ve tüm bu kırılgan hayatların üzerine melankoli sinmiştir. Ancak yaşam kendini yeniden var etme aşkı ve arzusuyla dolup taşmaktadır.

Arzu değiştirir!

 

ATEŞALTI

“Benzerlikler deliliktir, bağlantılar hastalıklıdır.”

 Altı zamanlı, baş aşağı bir senfoni öyküsü olan Ateşaltı, Zincir öyküsüne karşıt bir rol üstlenir. Öyküde her şey deliliğin ellerindedir, arzunun yıkımı gerçekleşir.

Alef, Burgazada’da yaşayan ve insan parçalarından heykeller yaparak cinayeti bir güzel sanatlar dalı olarak icra eden bir sanatçıdır. Ada şamanı tarafından lanetlenerek denizaltına hapsedilir ta ki bir benzerini, Zayin’i bulup özgür kalana dek…

Alef hapsolduğu denizaltında gizemli bir mekân inşa eder. Her şey yukarda olup bitenin tersi ya da en çarpık halidir. Ayna yerine geçen yansıtıcı yüzey bu sefer denizdir. Gözler işe yaramaz, ellerle görülür. Su yakar, ateş yaşatır, buraya o nedenle Ateşaltı denir.

Alef, İbrani alfabesinin ilk harfi olup, Borges evreninde ve Cantor’un matematik kuramında sonsuzlukla ilişkilendirilir. Latin alfabesinin son harfi Z ise İbranice Zayin’den türetilmiştir. Zayin, tarotta âşıklar kartına karşılık gelir ve iktidar, kılıç ya da fallus anlamını taşır. Bir yıkım öyküsü olan Ateşaltı’nda, Zayin iktidar olmayı kendi arzusuyla reddeder ve yok olmak ister. Var olmak sıkılmaktır.

Ateşaltı, başı ve sonu, Alef ve Zayin’i birbirine bağlayan askıda bir evrendir, aynalar aracılığıyla dış dünyayla bağlantı kurulur. Alef burada bir Ceset Orkestrası toplar. Orkestrayı, son ağıtını çalmak için Alef’in buraya çekerek öldürdüğü müzisyenlerin nefesleri, ses telleri, kopmuş uzuvları, kesikler atan yaylı telleri ile insan süsü verilmiş heykelleri oluşturur.

Konser Efes Antik Kütüphanesinde gerçekleşir ya da gerçekleşmez. Burası seçimli bir sona gider. Her şey gizemde, yoksa birer yıldız tozuyuz, diye biter Ateşaltı.

 

ADA

“Düş ve gerçek bir arada olabilir. Çünkü iç içedir.”

 Ada, Eric Le Pont Noir adlı kadim bir vampir ile yüzyıllardır onun peşini bırakmayan Deus Meus et Omnia (Tanrım, Her Şeyim) adlı yayınevi görünümlü, ona düşman bir vampir tarikatının entrika dolu öyküsüdür.

Yayınevinin yazarlarından Elâ, Nietzsche’nin “İnsan aşılması gereken bir varlıktır” sözünü benimsemiş, arayış içinde olan genç bir kadındır. Yayınevinin özel bir anlaşma için davet ettiği hayalî şarap evine gitmek için İstanbul’dan yola çıkar, yirmi bir kilometre yol kat eder. Tıpkı ölüm anında ruhun kaybettiği söylenen ağırlığın yirmi bir gram olması gibi…

Elâ kadehinden “Yılanların Mekânı” şarabını yudumladığı sırada ilk defa Ada’yı, kader tanrıçalarını ve kendi ölümünü görür. Yayınevinin verdiği görevle Antiquus Malum Cruentus adındaki, insan derisi zemine kanla yazılmış bir kitabın peşine düşer. Oysa yayınevinin amacı, genç kadının ruhunu da sonsuz iç çekişlerin duyulduğu Alef adlı kütüphaneye hapsetmektir.

Öyküde başlangıç noktalarındaki küçük değişimler büyük etkilere mal olur ama olaylar zinciri belli bir yörüngenin dışına asla çıkmaz ve birbirini kesmez. Bilgiyle kan değiş tokuş edilirken damardan taşan kan, önce arzuya ardından melankoliye evrilir. Kesilen eller, açılan her sayfaya göre sonsuz kere değişen bir kitap ve yeri asla tespit edilemeyen, yaşayan bir ada belirir. Ada öyküsü hem Zincir hem de Ateşaltı’ndaki iddiaları içine alarak her şeyin sonsuzluk içinde eridiğini anlatır. Gerçekle düşü birbirine diker, benzerliklerinin ağırlığını taşıyan Eric ve Elâ uzaklaşmak için birbirlerine kaçarlar.

Antiquus Malum Cruentus De Mysteriis Dom Sathanas.

 

LÂL UYANIŞ

“Avucunda tuttuğun tılsım, sabah yıldızıdır Zühre. Tıpkı adın gibi…”

Öykü, evlendiğinden itibaren Çamlıca’nın tepelerindeki kötü bir apartman dairesinde, alkolik kocası ve iki çocuğuyla birlikte oturan Bergamalı Zühre’nin hayatının, geri dönüşü olmayan bir yöne savrulmasını konu alır.

Sessiz, mutsuz, edilgen kadın kahraman, gördüğü tuhaf rüyalar, tılsımlı bir kolye ve Flamenko dansı sayesinde bir tür uyanış yaşar. Öyküde mekân olarak geçen Kadıköy Çarşısı, Altıyol’daki Boğa Heykeli ve Kız Kulesi’ne özel bir önem atfedilir.  Zühre müziğin ve dansın etkisiyle tutku, erotizm, aşk gibi duygularla tanışırken; aynı zamanda Endülüs ve Flamenko kültüründen yansıyan maternal ruhu ve kadını pasifleştiren pek çok dans türünün aksine Flamenko dansının  her iki cinse birden  tanıdığı gücü hisseder. Lâl (granat) taşlı Venüs Yıldızı (pentagram) şeklindeki kolyenin tılsımı ise üzerinde barındırdığı anlamlardan ve Zühre’ye onu veren siyahlar içindeki gizemli kadının varlığından kaynaklanır.

Hem Ana Tanrıça Kibele (Pergamon/Bergama Krallığı’ndaki yerel ismiyle Tanrıça Aspordene /Aspordenos Ana) kültü hem de ölüm ve yeniden doğuş ile bağlantılı olan öyküde, kadın karakterlerin varlığı  üçlü tanrıça (Triple Goddess) arketipine, yani dişinin yaşam döngüsündeki üç dönemini simgeleyen Genç kız/Bakire- Eş/Anne ve Yaşlı Kadın/Bilge (aynı zamanda Karanlık Tanrıça) figürlerine de işaret eder.

Lâl Uyanış, kadına yönelik psikolojik, cinsel, fiziksel şiddete dair, hüzünlü olduğu kadar da şaşırtıcı, müzikal, sinematografik bir hikâye…

 

HAVUZ

“Kendini yetenekli bir büyücü ya da süpürgesi eksik bir cadı gibi hissediyordu.”

Öykü, İstanbul’un nemli sıcağından bunalan işsiz ve sevgilisinden yeni ayrılmış bir genç kadının adım adım bozulan psikolojisini, onun hem kendisi ve yakın çevresiyle hem de yaşadığı şehir ve toplumla yapacağı hesaplaşma yoluyla aktarır.  Kimi mizahî öğelere yer verilmesi ise hikâyenin yapısına ilginçlik katar.

Adı  A. olarak geçen kahramanın belirgin fiziksel özellikleri atlanır. Zaten o, şehirde yaşayan herhangi biri gibi düşünülebilir, adının da fiziğinin de bir önemi yoktur. Yaşamına değen karakterlerin hepsi alfabetik sırayla ve harf olarak anılır.  A. geçmiş ve şimdiki zaman  arasında gidip gelirken, pişmanlıkları, hataları, hatıraları ve günlük yaşamının öfkesi birbirine karışır. İzlediği filmlerin, okuduğu kitapların ve can sıkıntısının da etkisiyle telekinezi konusuna yoğunlaşan genç kadın,  zaman içinde kendindeki yeteneklerin farkına vararak bunları geliştirir. İstanbul’un meşhur neminden, yazın sıcağından kaçmak için çare olarak gördüğü yeni açılan, düşük fiyatlı havuz ise onun için her yönüyle bir “havuz problemi” hâline dönüşür.

Öykünün odak noktası şehrin geneli olsa da olaylar İstanbul’un batısındaki Büyükçekme, Silivri gibi mekânlarda geçer. Finale doğru okur, rejisiyle müziğiyle adeta bir korku filmi sahnesinin çekimi ve kurgusuna tanıklık ederken, genç kadının ruhunun karanlık dehlizlerine girdap gibi çekiliverir. Hikâyenin kahramanı “A. kişisi”,  film yönetmenliği hayallerine de İstanbul’a da veda etmeye karar verir.

 

ŞAHMERAN

“Afet-i Devran Şahmeran, devirler boyunca anlatılacak, kimilerinin rüyası kimilerininse kâbusu olacakmış…”

Farklı okumalara ve açılımlara olanak tanıyan öykü, Anadolu’daki bilindik Şahmeran efsanesine avangard bir yorum getirir. İstanbul’dan ve onun Balkanlara açılan kapısı Çatalca’nın efsanelerinden, şehrin simgesi erguvan ağaçlarından esinlenilerek psikolojik, mitolojik, arkeolojik, ekolojik, tarihî taşlarla örülen yol, Yılan Kadın / Lilith özelinde tanrıça kültürüne, dişil enerjinin gücüne kadar uzanır.

Öykünün sahip olduğu değişik kurgu aracılığıyla olay örgüsü katman katman açılır. Bir masal gibi başlayan Şahmeran’ın, daha sonra anlatım dili değişir. Ayrı dönemlerde yaşanan olaylar okura aktarılırken, nihayetinde bu hikâyelerin kahramanları aynı mekânda, İnceğiz Mağaraları’nda bir araya getirilir.

Öyküde düalite önemli bir yer tutar. Şahmeran aynı bedende bir kadını ve zehirli bir yılanı barındırır. O hem iyidir hem de kötü. Tekinsiz ve erotik bir dişi olduğu kadar, cezalandırıcı ve şefkatli bir annedir de… İstanbul’un iki ayrı yerine gömülmüş iki Şahmeran heykeli de hikâyede kilit rol oynar. Zaman dilimlerinin son rakamlarındaki iki, bazı cümlelerde ikileme şeklinde okura göz kırparken, bazen de paragraf başı ve sonundaki fiil tekrarına dönüşür; geometrik detaylara verilen önemle matematiksel bütünlük tamamlanır.

Yalnızlık, doğum, ölüm, yeniden doğuş kavramlarının öne çıktığı öyküde Şahmeran, mağarasında esir tuttuğu erkekleri şifacı bir şaman edasıyla sağaltmakta, ritüelini döngü şeklinde sürdürmektedir. Ordusuyla İstanbul’u geri kazanmak, şehri yeniden fethetmek üzere yola çıkarken, yanında ona eşlik eden sürpriz bir tarihî kişilik de vardır.

 

Zeynep Çolakoğlu 

 

 

 

 

 

 

 

Facebook Yorumları