Selam Çerezzine ailesi, bugün sizlere edebiyatın yine dışında ama Sanat dalının tam olarak kalbi diyebileceğimiz Resim konusunu ele aldım.

Yazıma başlamadan önce itiraf etmeliyim ki benim resimle uzaktan yakından pek bir alakam yoktur. Üstelik orta öğretim yıllarımda 2 ile yani geçer notla derslerimden geçiyordum. Sizinde anlayacağınız üzere resmi pek sevmiyordum ama yine de öğretmenlerime olan saygımdan dolayı dersleri sürekli takip ediyor, eğitmenlerimizin bizlere yapmamızı istedikleri şeyleri yapmaya gayret gösteriyordum.

Bir gün yine resim dersinde (lise hatıralarımdan birisiydi) öğretmenimiz elinde tuttuğu o deri çantasıyla sınıfına girdi. Pür dikkat ona gözlerimizi diktiğimiz sırada çantasından bir A4 sayfa çıkardı. Bu A4 sayfasının üzerinde bilgisayardan çıkarılmış olan bir resim vardı. Onu bir arkadaşımıza verip yakından bakmamız için oturduğumuz sıralarda gezdirmesini istedi. Bizde sırasıyla resme bakmaya başladık. Sıra bana geldiğinde öğretmene gülümseyerek “hocam! Sanırım bu resim dua ediyor.” demiştim. Sınıfta biraz gülüşme olduktan sonra (galiba arkadaşlarım alay ettiğimi falan düşünmüşlerdi) resmi alan öğretmenimiz önce para bandıyla onu tahtaya yapıştırdı sonra da çantasından çıkardığı başka bir A4’ü okumak üzere bana doğru uzattı.

Biraz düşününce, sözlerine şöyle başladığını hatırlıyorum. “Al bakalım Ergin, arkadaşlarına şu yazıyı yüksek sesle  bir oku da bu resmin hikayesini  öğrensinler! ” Okumaya başlamıştım ama özellikle hikayenin sonralarına doğru arkadaşlarımın suratlarına da bir yandan göz ucuyla bakmaya çalışıyordum. Sınıfta çıt sesi yoktu! Hikaye herkesi biraz duygusallaştırmıştı sanki. En ağır abi takılan tayfa bile sıranın altında sallamış bulundukları tespihlerini  ceplerine koymuşlardı. En azından bu kadarını görebilmiştim. İşte sınıfa ben okumamı bitirene kadar böyle bir hava hakimdi. Hikayeyi bitirdikten sonra da teneffüs zili çalana kadar yine tek bir gürültü bile çıkmamıştı.

Bu hikayeyi okuduktan sonra bazen gitmiş bulunduğum alışveriş merkezlerinde, özel ve üniversite hastanelerinin duvarlarında asılı duran resimleri her gördüğümde sürekli bu yürek burkan hikaye aklıma geliyor. Belki de bir çok  resim sanatçısının acıklı, insanın içine işleyen bir hikayesi vardır.

Benim iki kardeşim daha var. Üç kardeşten en büyüğü sayılabildiğim için (söz konusu bir ikizim olsa da çevredeki insanlar benim lider vasfı olduğumu düşünmekteler) her birine maddi manevi her şekilde yardım ederim. Belki de bu hikayenin temelinde bu yatıyordu.”Fedakarlık ve Vefa ”

Belki bir çoğunuz  bu hikayeyi okudu belki de bazılarımız okumadı. Fakat bugün Çerezzine ailesinin bir ferdi olarak uzun süredir aklımda olan bu hüzün dolu hikayeyi sizlerle paylaşıyorum.

On beşinci yüzyılın başlarında, Nürnberg yakınlarında oldukça fakir bir aile yaşardı. On sekiz çocuklu ailenin reisi oldukça mütevazı kazancını çocuklarına yetirmek için günde on sekiz saate yakın çalışırdı. Gerektiğinde komşularından yardım da gelirdi.

On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye bir hayali büyütürlerdi. Her ikisi de usta bir ressam olmak istiyordu ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğini de gayet iyi biliyorlardı.

Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar aldılar. Yazı tura atmaya karar verdiler. Yazı turada kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Sonra da kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda, ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak diğer kardeşini okutacaktı.

Bir sabah fısıltılı dualar eşliğinde yazı tura attılar. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nürnberg’de ki sanat akademisinin yolunu tuttu. Albert ise maden ocağında çalışmaya başladı. Dört yıl boyunca kardeşine hiç aksatmadan para gönderdi.

Albrecht’in karakalem ve yağlıboya resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırmıştı. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazanıyordu.

Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemekteydi. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalktı, kardeşi Albert’in elinden tutup kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlattı. Albrecht, Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmişti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı:

“Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Şimdi Nürnberg’e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin. Masraflarını fazlasıyla karşılayacağım.”

Herkesin gözü Albert’e döndü. Albert, oldukça solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını “hayır, hayır!”  anlamında sağa sola sallamaya başladı. Albert, sonunda kalktı ve gözyaşlarını sildi. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirdi gözlerini. İki elini de sağ yanağına yapıştırıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

“Hayır, kardeşim hayır! Nürnberg’e  gidemem. Benim için artık çok geç. Dört yıllık maden işçiliğim ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrılarım da başladı. Bir bardağı bile zorlukla tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki? Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır! Benim için artık çok geç.”

Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Durer’in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Durer’in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Durer’le eşleştirildi; hatta Durer’den daha çok bilinir oldu.

Albrecht Durer, kardeşi Albert’in kendisi için gösterdiği feragati resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarının bütün detaylarıyla çizmeye başladı. Resimde Albert’in ince parmakları göğe doğru yöneltilmişti. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşcasına açıktı. Durer, bu çalışmasına basitçe “Eller” adını vermişti. Fakat insanlar, böylesine açık avuçları ve göğe yönlendirilmiş parmakları her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldururmuşcasına  doldurdular.

Bozuk para yere düştüğünde, Albrecht’in sanatçı olma duası, Albert’in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası olarak kabul edilmişti. Durer’in “Eller”i, böylece, “Dua Eden Eller” olarak anılmaya başlandı.

İki kardeşin birbirlerine olan fedakarlıkları ve günümüzde pekte bulunmayan vefa örneğiyle tamamlanıyor hikayenin sonu. İnsan böyle hüzünlü yaşanmışlıkları okuduğunda bir kez daha anlıyor kardeş sevgisini ve sevilmeden ve ilgi gösterilmeden kayıp giden yılları… Ben yine resimlere her baktığımda “Dua eden elleri” bir kez daha hatırlıyorum. Bu kez hikayeyi okuduktan sonra yüzümden bir hüzün oluşmadı belki de kardeşlerimi hatırladım belki de bu yüzden  o hüzünlülük hali yerini ufak bir tebessüme bıraktı.

Facebook Yorumları