Ufuk S. Yüksel’in son romanı “Stalker” 16 Temmuz’dan itibaren raflarda olacak. “Stalker” 2010 Ankara’sında geçen 33 saatlik bir zaman dilimini ele alan bir roman… Kitabın internet üzerinden ön satışları başlamış vaziyette. Ufuk S. Yüksel, kitapla ilgili merak edilenleri konuşmak üzere ilk röportajını Çerezzine’la gerçekleştirdi. Aktardığına göre bunda Zine kültürüne ve Çerezzine ile Neo-Beat arasındaki dostluğa olan inancının etkisi büyük.

 Stalker ne zaman ve nasıl yazıldı?

2010 yılında zihnimde baştan sona yazıldı ve bitti. Ama yazıya geçirilmesi 2014 yazında bir hafta (bir ormanda) ve 2017 sonbaharında bir hafta (aralıksız bir otel odasında) olmak üzere toplamda 2 hafta aldı. Ankara’da pek de konformist sayılmayacak koşullarda kitabı yazdım.

Romanın yayımlanması neden zaman aldı?

Doğru zamanın gelmesini bekledim. Bir diğer etken ise o dönemde benim için Neo-Beat literatürünün oluşmasına yardım edecek ansiklopedik kitapların yayımlanmasının daha önemli oluşuydu. Bu nedenle “Stalker” gibi projeleri geri çekerek, “Neo-Beat’in Yol Kitabı”, “Simülasyon Öyküleri” gibi projelere öncelik verdim.

Daha önce içinde bulunduğunuz kitap projelerinden “Stalker” hangi yanıyla ayrılıyor?

Teorik açıdan “Neo-Beat’in Yol Kitabı” ve “Simülasyon Öyküleri” Neo-Beat’in Türkiye’de felsefi boyutta anlaşılmasına yardımcı oldu. “Route 66” ise Neo-Beat felsefesinin deneyime dayalı yönünü gösteren bir çalışmaydı. “Stalker” her şeyin öncesine, Neo-Beat’in ortaya çıktığı dönemden birkaç yıl öncesine Ankara’ya yönelen ve onu meydana getiren koşulların arka planını gösteren bir roman. İçinde Ankara’ya dair çok fazla detay var, orayı yakından tanıyanlarda tebessüm uyandıracak birçok an var romanda.

Kitapta anlatılan olaylar gerçek mi?

Elbette roman, bir otobiyografi değil. Ancak “tümüyle kurgudur” dersek bu da doğru bir önerme olmaz. Daha doğru ifadeyle; karakterler değişse de benzer olaylar (ve çok daha aşırıları) Ankara’da yaşanmıştır.

Öyküde ana karakter baştan sona insomnia ve aşırı düzeyde alkolle boğuşuyor. Bunun öykünün ilerleyişine etkileri nasıl oldu?

Öykü karmaşıklaştıkça, karakter bir kırılma noktasının yaklaştığını hissediyor ve alkolle zihnindeki kaosu bastırmaya çalışıyor. Bu noktada diyaloglar da alışıldık çizgiden çok sapıyor. Uyku ulaşılmaz bir olasılık oluyor onun için. Arka planda ise gri şehrin karanlık yapısının şehri Türkiye’de en çok alkoliğin olduğu yere dönüştürmesi ve özellikle o dönemde Ankara’da barların temel sosyalleşme ve buluşma noktaları olması bunda etkilidir. Şehrin doğasında o dönem sürekli alkole yönelme çağrısı vardı. Deniz yoktu ama birbirinin aynısı caddelerde alkolün de etkisiyle o denizi imgesel olarak her gün yeniden keşfederdiniz.

Stalker sonrası yeni kitap projeleriniz var mı?

Akademik bir ya da iki kitap gelecek. “1. ve 2. Dünya Savaşı’nın ontolojik okuması” üzerine ve bir de lisans-lisansüstü düzeyinde siyaset felsefesi ders kitabı projesi var. Tamamlanması 2-3 yılı bulabilir. En erken gelecek çalışma ise Orgon Akümülatörü üzerine kolektif olarak yazacağımız ve ücretsiz dağıtacağımız bir e-kitap olacak. Bu kitap, akümülatörün inşa sürecini ve bulgularını içerecek bir projedir ve üzerinde çalışmalarımız devam ediyor.

Wilhelm Reich’ın Orgon kuramıyla ilginiz ne düzeydedir?

Şu an üzerinde çalıştığım doktora tezinin merkezine koyacak kadar. Lise dönemlerinden itibaren bu düşünceye hep inandım. W. Reich benim için psikolojinin ulaştığı son noktayı temsil eder. Orgonomy’nin geleneksel bilim tarafından yok sayılması, kuantum mekaniğine ilişkin bulguların pratiğe geçirilmesini çok yavaşlatmıştır

EskiYeni Bar öyküde önemli bir yer tutuyor. 2010 yılında bu mekanların Ankara için önemi neydi?

O dönemlerde EskiYeni, Ankara’nın kültürel merkezi konumundaydı. Anlaşılmaz biçimde, oradayken bir anlığına kendinizi dünyanın merkezinde hissederdiniz. Benzer bir his, benim için ancak Times Square’de oluşmuştur. Günün tüm saatleri canlı bir mekandı, önemli deneysel gruplara ev sahipliği yaptı ve birçok şey, ilk kez o masalarda konuşuldu. Hep dile getirdiğimiz gibi Neo-Beat sözcüğünün ilk defa telaffuz edildiği yerdi aynı zamanda. Bu romanda da baştan sona olayların başladığı, şekillendiği yerdir ve kırılma noktasının yaşandığı anlara ev sahipliği yapmaktadır.

Kitabın neden Aya Kitap’tan çıkmasını istediniz?

Benim inandığım kadar kitaba inanmaları benim için en önemli etkendi. Çünkü “Stalker” hem yazım tekniği hem de içerik olarak standartlara pek uymayan bir metin. Bu yüzden yayınevinin vizyonu benim için çok önemliydi. Keza en baştan bu yana bu heyecanı gördüm.

Minnesota’da Cosmos isimli bir yer var mı ve burada hiç matematik kampı düzenlendi mi?

Evet böyle bir yer var, Route 66 üzerinden geçtiğim dönemde transit olarak çok kısa da olsa bulunma şansım olmuştu. Kesinlikle mistik bir yer ve dünyanın her yerinden kendini hiçbir yere ait hissetmeyen insanlar sırf isminden dolayı buraya geliyorlar. Her yıl belli periyotlarla bir Cosmos Fest düzenleniyor. Matematik kampı meselesine ise burada girmeyeceğim, o belki de başka bir öykünün konusudur.

“Mandela Etkisi” öykünün dönüm noktasında önemli bir yer tutuyor. Bu teoriyle ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Mandela Etkisi, ilk kez öykünün geçtiği dönemlerde, 2010’da gündeme geldi. Özetle; Pikachu’nun kuyruğunun rengi, Hugo’da Tolga Abi’ye küfür edilme meselesi gibi herkesin gerçekliğinden emin olduğu ama pratikte yalanlanan durumlara karşılık gelmektedir. Bu tür örnekler, underground bilim çevrelerinde, bir simülasyonun içinde olduğumuz ve kolektif bilincin -ki kökeni Carl Gustav Jung’a kadar gider- sistematik olarak yeniden kodlandığı, yani kolektif hafızanın değiştirildiği yönünde uçuk teorilere neden olmuştur. Romanın arka planında bu teorinin olanakları tartışılmaktadır.

 

2010 yılında siz tam olarak neredeydiniz?

O dönemde, Hacettepe Üniversitesi’ndeydim, 1. sınıfta. Kurtuluş’ta yaşıyordum. Öyküde de görüleceği gibi “Kurtuluş” Ankara’yı çok fazla sahiplenmişti ve kültürel açıdan Kızılay üzerinde büyük etkisi vardı. Nihayetinde Ankara’nın düşüşünde en son düşecek kale de Kurtuluş olacaktır.

Ankara’dan ayrılma süreciniz nasıl oldu?

2014 yazında… Kitapta da söylendiği gibi, belki bu olmasa her şey çok farklı olacaktı. Bu hayatımın en karmaşık ve kaçınılmaz kararıydı.

Bir gün tekrar dönecek misiniz?

Bu bilinemez ama bir daha hiç dönmesem bile bu gezegende kendimi evimde hissettiğim tek yer orası olacak.

İstanbul’a kıyasla Ankara üzerine yazılmış fazla roman-şarkı vs. yok. Sizi, baştan sona Ankara’da geçen bir roman yazmaya yönelten neydi?

Şehir beni dönüştürmüştü ve kendimi ona karşı borçlu hissediyordum. Bu nedenle Nietzsche’nin deyişiyle -ruhumu ortaya koyacağım- gri şehri onurlandıracak bir roman yazmak istedim. Kitap, tek tek kişilere değil, bir dönemler benzer süreçlerden geçmiş herkese adanacaktı.

Kitabı en çok kimin hissedeceğini düşünüyorsunuz?

Kendime en yakın bulduğum platform olan, en baştan Neo-Beat için de ana toplanma noktası olan twitter’da anlaşılacağını düşünüyorum. “Stalker” oradaki iletişim sürecine çok şey borçludur. Birçoğuyla henüz karşılaşmadık ama birbirimizi anladığımızı biliyorum. Heidegger’in deyişiyle, aynı yolu yürüyoruz, Arayış’a giden aynı yolu… Onlardan aldığım geri dönüşler olmasa kitap bu şekilde olmazdı. Bu nedenle kitabı onlara ithaf ediyorum.

Kitabın sonunda bir soundtrack ve watchlist yer alıyor. Bu listeler, hangi kriterlerle oluşturuldu?

Watchlist, kitaptaki karakterlerin hayatlarının dönüm noktalarında izledikleri filmleri içeriyor. Bu nedenle tamamı 2010 öncesi döneme ait. Aldıkları bazı kararlarda ve eylemlerinde listedeki filmlerin etkisi var. Soundtrack ise daha çok kitabın ritmini keşfetmemize yardım eden bir liste. Kitabı okurken arka planda çalması, kitabın anlaşılmasını kolaylaştırabilir. Düzyazıyla yazılmış olsa da amacım kitabın kendi ritmini bulmasıydı.

Okuyucunun Stalker’ı okurken nasıl hissetmesini tercih ederdiniz?

Kitabın kendisi için yazıldığını bilmesini isterim. Hatta karakter uyumadığı sürece o da uyumamalı, onunla birlikte en dibi görmeli ve bir süre sonra anlam aramaktan vazgeçip “sıradaki gelsin” demeli sadece…

Kitabın geçtiği dönemde, 2010 Ankara’sı tam olarak nasıldı?

2010, Ankara’nın tepe noktalarından birisiydi ve aynı zamanda sonun başlangıcı oldu. Romanda da görüldüğü gibi o dönemde, Kızılay-Kurtuluş hattında, küçük bir olay büyük bir tsunamiye neden olabiliyordu. O döneme dair yaşananların çok azı kayıtlara geçirilebildi. Öyle ki bazı deneyimler şu tarihten ve şu konumdan bakıldığında bize bile fantastik gelebiliyor. Kitabın bir kısmında değinilen kaos, özünde erken bir Gezi provası olarak okunabilir. 2010’da bu prova gerçekleştirilmeseydi, 2013 Haziran’ında Ankara o denli karışmayacaktı ya da şöyle diyelim: 2013 olayları 2010’da yaşansaydı, sonucu kesinlikle farklı olurdu.

Kitapta distopya-ütopya çatışmasına güçlü bir vurgu var. Bu süreç Ankara’da tam olarak nasıl gelişti?

O dönemde, Ankara’da bir şey bekleniyordu. Bu şeyin ne olduğu tam olarak bilnmiyordu ama yaklaşmakta olduğu hissediliyordu. Kitaptaki Üstün karakteri de bu çerçevede her şeyin orada, Sakarya Cad.-Selanik Cad. ve Yüksel Caddesi’ni içeren o küçük alanda başlayacağını söyler. Gerçekte de diğer metropollerden farklı olarak çok dar alana sıkışmış olan Ankara, bu bölgedeki yüzlerce bar-cafede geceye doğru ilerlendikçe daha fantastik planlara kendini kaptıran insanlara ev sahipliği yapmıştır. Öyle anlar gelir ki her şey olanaklı görünür bir noktada.

 

Roman, gerçek zamanlı olarak 33 saatlik bir periyotta geçiyor. Bu tekniği uygulamaya nasıl karar verdiniz?

Teknik olarak 60’ların Nouvelle Vague sinemasına yakın bir anlatım var kitapta. Metni okuyucunun salt yazınsal bir yapıt olarak değil, aynı zamanda bir sinema deneyimi olarak algılamasını istedim. Bu açıdan anlatım bir sinema sahnesi gibi canlı olmalıydı. Olaylar, kesintisiz, gerçek zamanlı olarak akıyor. Karakterin 33 saat boyunca kaç kere su içtiğini, WC’ye gittiğini ya da kaç saat uyuduğunu takip edebiliyorsunuz. Burada hiçbir detayı atlamama obsesyonu da güçlüdür. Karakterler zihinsel açıdan yıkıma uğrayıp gittikçe daha büyük bir kaosa sürüklenirken, o kalp çarpıntısını okuyucunun duyma olasılığı doğar.

Peki romanla ilgili sinema üzerinden üretimler gelecek mi?

Evet, Beat Sinema öncülüğünde fragmanlar çekeceğiz. Bu üretim süreci dışarıdan katılıma da açık olacak. Godard’ın da söylediği gibi, video çekimi mobil teknoloji sayesinde bu kadar kolaylaşmışken, daha çok üretmeliyiz ve sinemanın yeniden tanımlanması gerekiyor.

Stalkerlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tutkulu insanlardır. Stalker olabilmek için zekayla yaratıcılığı bir araya getirmek gerekir. Herkesin olabileceği bir şey değildir. Gerçek bir Stalkerın yapabileceklerinin sınırı tahmin edilemez. Forumda olduğum dönemlerde içlerinde en sıra dışı birkaçıyla karşılaştım. Kitaptaki Stalker karakterinden aşağı kalır yanları yoktu pek. Bu deneyimler sayesinde ki mesela bir fake hesabı kimin kullandığını bazen tek bir cümleyle anlayabiliyordum. Tabii bazı durumlarda daha ileri yöntemler de detayları tespit etmeye yardımcı oluyordu. Bu yöntemleri burada açıklamayacağım.

Kitabın sonunda çok önem kazanan “Per aspera ad astra” ifadesi tam olarak neyi temsil ediyor?

Antik Roma dönemi, sonu gelmeyen iç savaşların olduğu periyotlarla doludur. Savaş bir kere başlayınca ne zaman sonlanacağı tahmin edilemez ve karanlık önüne çıkan her şeyi alıp götürürdü. “Per aspera ad astra” bu karanlığın sonundaki ışığı temsil eder. Romanda da kırılma noktasında bu söz, karakterlerin her şeye rağmen vazgeçmeyeceklerinin ifadesi olacaktır. Birlikte ayakta durmak kadar, birlikte düşmek de güzeldir. Daha da güzel olanı buna cesaret edişleridir. Lakin bizim için gittikçe anlamı çok daha derinleşen, çok karmaşık hislerin onda birleştiği bir şifreye dönüşmektedir. Bu söz üzerinden birbirimizi bulacağız. Umarım kitap buna bir parça da olsa yardım eder.

Kitabın içinde gizli bir şifre var mı peki?

Şüphesiz var. Ancak onu sadece gerçek bir Stalker bulabilir.

 

 

 

 

Facebook Yorumları