Yürüme Mesafesi

 

Ağzına kadar sarhoş yazarla dolu bir odadayım, vadettikleri beleş içki yüzünden buradayım, Cumartesi gecemi piç etmekle meşgulüm. Bir oda dolusu entelektüel, şiirin etkisi üzerine konuşuyor: kimine göre şiir yalnızca okunduğu sırada bir anlam ifade ediyor, kimine göre kağıt üzerindeki kurnazlığı okuyarak aktarmak mümkün değil, kimine göreyse doğru şiir tüm bu özellikleri zaten barındıran şiirdir. Bana gelirsek; sikmişim şiirleri! Bir sigara daha içip yaylanayım diye düşünüyorum. Ve öyle de yapıyorum; yağmurlu geceye açılıyor kapılar, sekiz kişinin nefes alıp verdiği sıcak odanın dışında yokuş aşağı yuvarlanan bir kartopunun içinde hissediyorum kendimi. Şimşek çakıyor, cadde aydınlanıyor, park halindeki araçların alarmları ötüyor ve yürümeye başlıyorum. Bacaklarım tıpkı bir akordeon gibi yaylanıyor. Beni terk edip giden ve benden daha alt modelde bir ayyaşla birlikte olmayı tercih eden eski hatunu anımsıyorum. Tıpkı böyle yağmurlu ve soğuk bir günde gerçekleştiğini hatırlıyorum.
“Lan oğlum” diyorum kendime, “Kerouac’ın melankolisi bu! Siktir et.”
Yine de yalnız olmaktan daha çok sevmiyorum hiçbir şeyi. Bu duruma alışana kadar harcadığım boşa geçen zamanın dışında, tek başına olmanın bir tercihe dönüşmesini seviyorum. Mesela yalnız olmayı seviyorum yazarken, içerken ve Led Zeppelin çalıyorsa. Başımda bekleyip bir şeyler soran insanlara cevap vermemek hoşuma gidiyor, hiçbir şey sormazlarsa o daha çok hoşuma gidiyor. Yalnız yalnızların bildiği şeyleri ifşa etmek zevk veriyor bu gibi durumlarda, kelime oyunlarını da yalnız bu bahiste kullanıyorum. Parıltılı görünmektense, gözlerini kısarak, zar zor seçebildiğin bir imge olmayı diliyorum her zaman. Belki de çoğu insanın aksine, özellikle hastalandığımda, yanımda birinin dikiliyor olması endişelendiriyor beni. Holün sonundaki banyodan duş sesi yükselince kafam karışıyor, mutfaktaki tencere çınlayınca.
Öte yandan, bazı zamanlarda, kabusa dönüşüyor tüm bu anlattıklarım. Hiçbir şeyi dilemediğim kadar istiyorum birini. Benim gibi olanı. Küçücük bir odayı atölyeye dönüştürdüğümü hayal ediyorum, çırılçıplak yazılmış öyküleri, çizilmiş resimleri ve bestelenmiş müzikleri. Sevginin sanata bezenmiş bir sessizlikle çatıyı örttüğünü hayal ediyor ve yanına uzandığımda başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağım o kadını diliyorum. Güneş saklandığı yerden fırlayıncaya dek sohbet etmek, tüm bu süre zarfında zaafları açık etmek, belki boş bulunup sarılmak ve öpüşmekle yetinmek güzel geliyor düşününce. Ama yalnız olmak kadar sevmediğimden hiçbir şeyi, hissetmekten çekinen bir moruk beliriyor içimde.
Bütün uçuk kafiyeleri yürürken yakaladığımı düşünüyorum şimdi, gider borularından sokağa dökülen suyla ıslanıyor ayaklarım. İbnelik yapan bu soğuğun kafamı açıyor olduğu gerçeğinden başka canımı sıkan bir durum yok. Şimdilik.
Eve girince üzerimdeki kıyafetlerden kurtuluyorum ve suyun ısınmasını bekliyorum banyoda. Şu boktan evlerde alışamadığım tek şey bu şofbenler, çünkü dünyanın en geç ısınan suyu bu boktan aletten geçer ve taşakların karnına kaçıncaya dek beklersin ısınmasını, titreyerek. Üstelik su da olabildiğince az akar. Ucuz motel odalarından farksız evim. Ama ne yazık ki Ginsberg’in üçte biri kadar bile zeki bir şair değilim.
Üçlü koltuğa uzanıyorum artık. Sarhoş yürüdüğüm tüm bu yolun acısı yarın çıkacak. Ama ondan önce rahatlamalıyım. Chet Baker açıyorum telefondan, telefonu sesin yankı yapması için pencerenin altındaki mermere bırakıyorum, ellerimi bağlıyorum başımın arkasında ve sigara yakmaya karar vermeden önce birkaç dakika tanıyorum kendime.
Umarım hava yarın da yağmurlu olmaz…”

Facebook Yorumları