Yalnızlığımın benliğime sirayet ettiği, içimde oluşan bira nehrinin hazin akıntısına kapıldığım o gece köhne bir barda pineklemekteydim. Masamda ki biram altın sarısı rengiyle barın o boğucu, basık, kasvetli havasını güneş gibi aydınlatıyordu. Herkesin varlığını birkaç saatliğine tamamen unutmuş, kişisel cehennemimi biranın dondurucu serinliğiyle söndürüyordum. Acıydı yaşamın tadı, körlerin seyrettiği, insan formunda mahlukların alçak gösterilerini sergilediği aşağılık bir sirkti. Biramı kavradım, sıkı bir yudum aldım. Bir sigara yakmak için doğruldum. O sırada, beyaz sakalları göbeğine doğru inmiş, saçları beline kadar uzanan, yüzünde ki çizgilerin keskinliği ve hüzün dolu okyanus yeşili gözleriyle bir yabancının masama doğru yöneldiğini gördüm. Uzanıp sigaramı yaktım. Adamda bu sırada masama oturmuş bulunuyordu. Karşılıklı bir süre bakıştık. Hiçbir şey söylemeden. Yalnızlığımı benden küstahça çalan bu adama karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Nefret edemeyeceğim kadar zavallı görünüyordu. Hüzün doluydu gözleri. Dudakları konuşmaktan usanmış, sefil bir hali vardı. Adam bir bira ve karışık çerez siparişi verdi. Garson mağrur bir şekilde başını eğdi ve siparişleri getirmek üzere bara yöneldi. Adam bana akıl hastası olduğunu ve hastaneden birkaç saat önce kaçtığını söylemekle başladı söze. Birası ve çerezi masadaki yerini alırken sadece dinlemekle yetinmeye karar verdim. Ben oraya anlatmak için değil susmak için gelmiştim. Susmanın bir insan için ne kadar kutsal olduğunu özümsemiştim. Türlü acıları ve ızdırapları 55 yıla sığdıran adamı dinlerken önemli bir detay keşfettim. Adam korkunç hızda çerez tüketiyordu. 7 kere intihara kalkışmış ama bir türlü ölememiş. Beş kere kurtarılmış. İkisi kendi beceriksizliğinden kaynaklanıyormuş. Eski bir askermiş. Karısını kanserden kaybetmiş. Küçük kızı gözleri önünde öldürülmüş. Ölümün tatlı hazzını koklamak için can atıyormuş.

Ölümün karşısında hayatın galip geldiği alçak bir oyunmuş bu. Kutsanmış bir ölüm hayatının her evresinde cezbetmiş onu. Ateş gibi parlayan gözleriyle, hararetle ve kararlılıkla anlattı bunları. Küçük çerez kaseleri bir gelip bir gidiyordu. Bana ikram etme zahmetinde bulunmamıştı. Hayatın yakıcı, boğucu ve yıldırıcı etkisi onu nezaketten yoksun kılmıştı. Ben tek kelime bile etmeden dinliyordum. Küçük bir hücrede kalıyormuş. Kimseyle konuşamıyormuş. Dinleme zahmetine bile girmeden, derhal hücreye tıkıyorlarmış onu. İçinden taşan bu korkunç cehennemi kusmak zorundaymış. Bu yüzden kaçmış. Çok duyarlı ve hassas bir beyefendiymiş önceleri. Yaşam koşulları üstüne kabus gibi çöktüğünde, insanlarla olan güzel ilişkileri sakatlanmış. Yozlaşmış bir ruh ve karanlığa mahkum olmuş bir bedenden ibaret kalmış. Bir süre kurtuluş için mücadele etse de çareyi delirmekte bulmuş. Gerçekten hissettiği ve acı çektiği için delirmiş. Çok hızlı konuşuyor , nefes nefese kalıyor , bir yandan da avucuna topladığı çerezleri üçer beşer ağzına tıkıyordu. Deliliğin ateşiyle kavrulan gözleri kahrediciydi. Otuzuncu çerez kasesi masaya geldiğinde adam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağlarken yemeye devam etti. Elinin her kaseye uzanışında yitip giden fıstıklar, fındıklar, çekirdekler, leblebiler çekti ilgimi. Kaseler birbiri ardına tükenmiş, adam gözyaşlarıyla arınmıştı. Bense sadece iyi bir dinleyiciydim.

Bu esnada barın kapısında bir patırtı koptu. İki polis memuru aceleyle içeri girip adama doğru koşmaya başladı. Adam bunu fark edip , kasede kalan son çerezleri ağzına tıkmak için hamle yaptı. Polisler adamı kollarından kavrayıp kaldırdılar ve yürümek için çaba sarf etmeyen adamı yerde sürüklemeye başladılar. Adam şimdi kahkahalarla gülüyordu. Arınmanın verdiği mutluluk, her zaman sürünmek zorunda olduğu hayatın dikenli yollarını bir an için unutmasını sağlamıştı. Neşeli bir kahkaha değildi. Acının ve öfkenin içinde kol gezdiği aldatıcı bir kahkahaydı. Polislerin zorbalığıyla adam kapıdan sürünerek dışarı süzüldü ve gözden kayboldu. Biramı dipledim. Olanlar karşısında tepkisiz kalmıştım. O içerde, ben ise dışardaydım. O hücrede, ben ise çok daha geniş, derin ve kapsayıcı bir insan selinin içinde hapsolmuştum.

Çerez kasesi bomboş bir şekilde tüm ihtişamıyla karşımda durmuş gülümsüyordu. Garson masaya gelip almak için hamle yaptığında, masada kalması için ricada bulundum. Olgunlukla karşılayıp işine döndü. Bu çerez kasesine her gün akıl hastalarının, katillerin, gösteri arsızlarının, ilgi budalalarının, dahilerin, haksızlıklara boyun eğenlerin, yalnızların, şarlatanların, neşe dolu ruhlarla bezenmiş insanların, ölümü düşleyen umutsuzların, yaşama sıkı sıkıya bağlanan hayalperestlerin, sanatçıların, tecavüzcülerin, fahişelerin, onurlu ve barışı savunan yüce insanların elleri uzanıyordu. Çerez kasesinin doldurduğu kuruyemişler bir bir tükenirken, kaseyi derin bir yalnızlığa sürüklüyordu. Tıpkı ruhun tüm güzelliklerinin tükenip, yalnızlığın karanlıktan sıyrılıp üzerime doğduğu gibi. Kaseye uzandım. Sıkıca kavrayıp ceketimin cebine soktum. Ayağa kalktım. Hesabı ödedim. Çıkışa yöneldim. Barın kapısını açtım. Ağlar gibi inledi. Sokak sisli ve ıssızdı. Harikulade bir kudret vardı siste. Islak sokakta sendelerken ceketimin iç cebini yokladım. Dostum elimi tuttu ve tüm sevimliliğiyle gülümsedi.

Çağlar Ergin

Facebook Yorumları