İnsanın varoluşunu sürdürebilmek için başka bir insana ihtiyacı olduğu düşüncesi, sırtında erişemediği tek noktaya ulaşabilmeye ihtiyaç duymasıyla başladı.

 

O nokta, insanın gerekte “var olmama” ihtimalinin tek kanıtıydı.

Ve insanın var olduğunu kanıtlamaya ihtiyacı vardı.

Sorgulamalar içerisinde sürüklenen beyin sonsuz varoluş paradokslarını kaldıramazdı.

Ve insan, insana varoluşunun yegane kanıtı olarak güvendi.

 

Bilinçaltına yerleşen bu tohum yüzyıllar boyunca insanlığın zihninde filizlendi.

İnsan var olmak için başka bir insana ihtiyacı olduğunu düşündü

 

Filizler tomurcuk oldu.

İnsan hayatını sürdürebilmek için başka bir insana ihtiyacı olduğunu düşündü.

 

Ve tomurcuk çiçek açtı.

İnsan, hayatını bütünü tamamlayacak öteki yarısını aramaya başladı.

Çiçekler tohumlara göre değil, bahçedeki diğer çiçeklere göre şekillenmeye başladı.

İnsan kendini unuttu, toplum oldu.

 

Yüzyıllar geçtikçe unuttu insan; varlığını, özünü ve kendisini.

İnsan aslında unutmadı, unutmayı tercih etti.

Kimi anımsayanlar sorguladı, ve toplum onları sindirdi.

 

Varoluş düzlemine karşı ortaya çıkan her sorgulama “sadece” felsefeye indirgenerek yüzyılları süsledi.

Toplum; aykırı düşüncelerle savaşmak yerine onlara toplumda yer ve isim verdi. Etiketlenen her şey toplumun bir parçası olmaya mahkumdu. Kabullenme, düşünsel ayaklanmayı bastırmanın en işlevsel şekliydi.

Toplum; insan için doğru olanı seçti ve insan unuttu; başka bir insanın varoluşunun kanıtı olamayacağını.

 

Ve toplum; çiçek bahçesini denizden doldurma bir zemine kurdu.

Kimse sorgulamadı.

 

Kimse denizi bulacak kadar derine kazmayı denemedi. Atılan her çapa toprağa takılı kaldı.

 

Çiçekler ne kadar sulansa da, toprak o kadar sağlam ki insan çamurdan geldiğine bile inandı.

 

Çamurdan doğdu ve toprağa gömüldü, bir insanın başka bir insanın varoluşunun kanıtı olamayacağını unutarak.

 

Ama insan baştan beri bilinç altını hesaba katmamıştı.

İnsan; beynine neyi öğretirse öğretsin bilinçaltı öğretilenleri ve ötesini bünyesinde barındırmaya devam etti.

Bilinçaltı desteksiz kabullenişlere boğuldu, sürüklenen bilinmezlik korku fırtınaları yarattı..

Tedirginlik kaosu doğurdu.

Ruhani kaosla savaşmak güçlü bir zihin için bile zordu.

 

İnsan, yoruldu. Ve varoluşunu kendisinden öte çevre ile çözümlemeye başladı.

İnsan ateşi buldu ve ateşin büyüleyici dansına kapıldı. Yok edebilme gücüne sahip olan bir varlık aynı zamanda var edebilme gücüne de sahip olmalıydı.

İnsan ilkeldi, kabullendi. Ateş yaratıcıları olmalıydı.

Bu insanın ilk yanılgısı mıydı bilinmez ama son olmayacağı kesindi.

 

Mevsimler geçti; aylar yıllara, yıllar yüzyıllara yuvarlandıkça insan değişti.

 

Ateş güçlüydü, güçlü olmasına ama yağmur onu söndürebiliyordu. Demek ki gökyüzünde ilk tanrılarından çok daha güçlü bir şeyler vardı.

 

İnsan, yukarıya yöneldi. Güneşe, aya ve daha nicelerine inandı.

Sonunda tek bir paydada buluştu: yaratıcı bu kadar göz önünde olmamalıydı.

 

İnsan, annesini arayan bir yetim edasıyla, yaratıcısında kendinden parçalar aramaya başladı. Eğer kendisini dünyaya getiren bir insan kadınsa yaratıcı da benzer bir yaratım eylemi gerçekleştiren daha büyük bir varlık olmalıydı.

Ve insan en primitif sığınma güdüsüyle gökyüzündeki anne babalarını yarattı.

Tanrı ve Tanrıçalar içgüdülerden gelen sığınma isteğinin aile formuna en yakın dışavurumuydu.

İnsanlık büyümüştü ama özü hala aynıydı.

Tanrı ve Tanrıçalar kendilerine has isimlerle ama benzer hikayelerle anıldılar. Her yeni isimle doğan tanrı- tanrıça birbirinin tezahürüydü.

Doğum, o döneme kadar varoluşun özüydü.

Yaratım, her dönemde olduğundan daha da büyüleyiciydi. Kadın kutsaldı, çünkü yeni bir varlık dünyaya getirebiliyordu.

 

Ama insan, insandı. Ve insan egoydu.

Varoluşunu, tüm aksi göstergelere rağmen, realite olarak kabullenmesini sağlayan en temel dürtüsüydü ego.

Var olduğuna olan tutkusu diğer tüm düşüncelerini gömmesini saplamıştı. Çünkü yaratımda onun da etkisi vardı.

Ve insan varoluşu içgüdüsünü egoya dayandırmaya devam etti.. En ilkel açıklamasıyla varoluşunu kanıtlayabilmek için.

 

Her zaman daha fazlasını arzulayan ego durağan inanışlara adapte olamıyordu.

O zamana kadar kadın, verebildiği için üstündü ama her insan kadar erkeğin egosu bakiydi. Ve ego; aynı yaşam formunda farklı bir varlığı üst olarak kabullenmeye müsait değildi. Hayvanlardan daha üst olduğunu savunan egonun şimdiyse daha fazla varlıktan üstün olmaya ihtiyacı vardı. Tatmin edilmemiş ego en az tatmin edilmiş olanı kadar tehlikeliydi.

 

Ve erkek egosu kadının bu kadar tatminkar seviyede bulunduğu toplumda kendine yeterli yeri bulamadı. Ego her insanın var olabilmesi için gerekliydi ama kontrolsüz ego hem birey için hem çevre için yıkıcıydı.

Ve erkek yıkımı başlattı..

Materyalist varoluşları baz olarak kadın arka plana itildi. Ve yüzyıllardır süregelen inançlar reddedilerek “baba tanrı” yı yaratıldı.

Korku distopyasını sağlamak için ortaya çıkan cennet ve cehennem “baba tanrı” nın ekseninde şekillendi.

Doğru ve yanlış kavramları eksen değiştirdi ve “güçlü” olanın etrafında toplandı. Çünkü erkek sorgulanmaz şekliyle kadından “üstünde”.

Eski inançların üstü örtüldü, yakıldı. Her şey yer değiştirdi. Çünkü kaos yeniden doğuş için en uygun zemindi. Ve Baba Tanrı “cadıların” yakılan küllerinden anka kuşu zerafetiyle doğdu.

 

Her doğum yeni bir başlangıçtı. Ve “insan” için yeni bir devrin kapıları aralandı. Önceki sistematiklerde sadece inançlarla ilerleyen “din” yeni bir evreye geçmiş, kural ve kaidelerle bağlanmaya başladı.

Elde somut bir direktif olması insan doğasını bu dine daha ılımlı kılıyor; öncesinde yaşayışına bu denli ket vurulmamış toplumun kabullenişi dış perspektiften şaşırtıcı olsa da bir o kadar da normalize edilebilir seviyedeydi.

 

İnsan, her zaman içindeki tarifsiz boşluğu doldurmaya ihtiyaç duymuştu. Ve serbest işleyişlerdense kuralların olduğu bir sistematik bunu doldurmaya yatkındı. Ve bu “ihtiyaç” sadece erkek için değil tüm insanlık için geçerliydi.

Kadınların çoğu direnmedi. Salt mizaç daha kabullenilebilirdi. Toplumun siyaset doğmadan öncesinde bile diktatörlere ihtiyacı vardı. Toplum, etkin kararları kendisinin vermesindense dış etmenlerin vermesini ve uyulmasını kabullenen bir yapıydı.

Bu kadın ya da erkek doğasından öte varoluşunun temel dinamiklerinden biriydi.

Toplum yönetmek için var olduğu kadar yönetilmek için de vardı. Bir arada tutabilmek için temel dinamiklere ihtiyacı vardı..

Ve toplum en temel dinamik olarak “dini” seçti.

Dinler yarattı, peşinden koştu, onun uğruna savaştı.

Çünkü yaşamına hala “mana” yükleyememiş insan için din en yakın sığınaktı.

 

İnsan, varlığını kabullendiren sonra hep bir mana aradı. Doğada sadece “var olmak” tatmin edici değildi. Ve insan yüzyıllar boyu dünyaya  tatminkar bir cevap aradı.

 

Facebook Yorumları