Ona nerede ve nasıl rastladığımı düşünüyorum da şimdi… Sanırım babamın paltosu içinde bize geldiği gün, güneşe alışamamış gözlerle, ona uzanan elleri nefes nefese koklarken görmüştüm ilk olarak. Hanemizdeki ilk gecesini, samanlığımıza bitişik olan indirmede, su katılarak sütü seyreltilmiş ve içine ekmek doğranarak papara haline getirilmiş yemeği ile geçirmişti. Başlarda yabancıladığım hatta kıskandığım bu minik varlıkla sonraları ne kadar birbirimize yakın olacağımızı,  onun, benim ve ailemin hayatında nasıl bir yere sahip olacağını bilemeden çabucak alışıvermiştik birbirimize.

Zamanla o indirmedeki karton evi büyüdü ve tahtadan yapılmış bir yuva haline geldi. Yaşını doldurana kadar babam tarafından özellikle bağlı tutuldu. Onun cinsinden gelenlerin fazla salma gezmesi tavsiye edilmiyordu. Aksi halde ava karşı fazla hırslı olmazlarmış. Mermerci Asım amcamlara tek kırmasını takasa verip aldığı çiftesinden sonra, ailemize bu küçük dostumuzun gelmesi ile birlikte babam artık av takımlarını düzmüş oluyordu.

İlk zamanlardaki ilişkimiz sadece onu doyurmamdan ibaretti. Ailece yediğimiz akşam öğününden arta kalanlar ile bir önceki günün kuru ekmekleri onun ana besinleriydi. Annemin çeyizinden kalma eski tencereyi de ona su kabı yapmıştık. Tencerenin boş kalmamasına dikkat etmek benim görevlerim arasındaydı.

Bir sabah, babamın onu yanında ava götürdüğünü gördüm. Evet, itiraf etmeliyim onu en çok o zaman kıskanmıştım. Babamı onunla paylaşmak hiç kabullenilir bir şey değildi çünkü. Ama ona duyduğum sevgiden ötürü bu duruma da yavaş yavaş alışmıştım.

Yaşını doldurduktan sonra bağlı kalmasına gerek kalmamıştı artık. Mahallemizin içinde özgürce geziyor, diğer hemcinsleri ile koşturarak arkadaşlık ediyordu. Babam tüfeğini eline aldığında, birazdan av için yola çıkılacağını bilecek kadar da akıllıydı. Ona verdiğimiz emeklerin karşılığını almaya başlamıştık.

Sadece babam değil, onun av arkadaşları da Coni’nin avdaki hünerlerini anlata anlata bitiremiyordu. O kadar hızlı koşuyormuş ki, sınır altlarında önünden kalkan tavşanları, hızını alana kadar yetişip hemen bastırıyormuş. Babamların avladıkları bıldırcınları yere düşer düşmez bulup ağzına alarak onların ayağına kadar getiriyormuş. Avlanacak kuşu yerde yatar halde gördüğü anda fermaya durur ve babamdan işaret gelmeden harekete geçmezmiş. Onunla birlikte ava giden diğer köpeklerin defalarca geçtiği anızlardan, dikkati ve güçlü koku alma yetisi sayesinde defalarca bıldırcın kaldırdığı olmuş üstelik. Tabi ben bunları hep babamların av sohbetlerinde dinleme şansı bulmuş, bir defa olsun bu anlara şahitlik edememiştim.

Avdaki başarısı arttıkça babam ona gözü gibi bakar olmuş, çocuklarından ayırmaz hale gelmişti. Öyle ki zamanla ortaya çıkan sağlık sorunlarını kendi tedavi ediyor, o da olmazsa eve baytar çağırıyordu. Bir keresinden hiç unutmam; bir akşam avından topallayarak geldi eve. Ön sol patisine yepelek otu girmişti. Eğer bir an önce tedavi edilmez ise ot, ayağı içerisinde daha da yürüyecek ve iltihaplanmaya yol açacak diye söylemişti babam. Neyse ki baytarın o gece gelişi ile müşahede altında tutulan hayvan, başarılı bir operasyonla eski sağlığına kavuşturulmuştu.

Bir seferinde de kulağında çıkan bir yara çok geç fark edilmiş ve kurtlanmıştı. Bu hastalığı iyileşene kadar babam her akşam işten eve geldiğinde, Coni’yi dizine yatırdı ve annemin kullanmadığı bir cımbız ile tek tek o kurtçukları temizledi. Orada oluşan cerahati ortadan kaldırmak için de baytarın yazdığı antibiyotikleri yetmişlik rakı şişesinden yaptığımız biberonla ona içirmiş ve bu hastalıktan da sağ salim kurtulmasını sağlamıştık.

Babamla annem sabah sekizde gittikleri fabrikadan öğleden sonra dört gibi geri dönüyorlardı. Biz de her akşam Coni ile hazırladığımız karşılama merasimini icra ediyorduk bu saatlerde.

İkimiz de sanki anlaşmış gibi aynı zamanda avlu içinden çıkar ve onları karşılamak için Saim Bakkal’ın önüne doğru yollanırdık. Yeşil zemin üzerine beyaz kuşaklı fabrika servisi, her seferinde aynı yerinde durur ve ailemizin iki ferdi inerdi içinden. O andan itibaren, mutluluğun tablosunu görürdü Şekerlerin kahveden bu manzaraya bakan herkes. Ben annemle babamın ortasında yürürken, Coni etrafımızda koşuşarak türlü şirinliklerle ilgi toplamaya çalışırdı.

Bu zamanlarda, kahveye gitmek üzere çıktığı yolda karşılaştığımız Reşat dede, şu cümlelerle anlatırdı hakkımızdaki düşüncelerini:

“Yav Edip valla ne mutlu size, karı koca çalışıyorsunuz. Çocuğunuz da maşallah aslan parçası, Allah bozmasın. Aferin! Aferin!..”

Cümlesinin sonunda tekrarladığı “Aferin”ler sanırım ailenin reisi olan babamaydı.

Günler günleri takip etti. Zaman, ılgın bir nehir gibi duruca akıp gitti. Ben büyüdüm… Coni büyüdü…

Babam, şiddetli göğüs ağrısı şikayeti ile ilçedeki hastaneye gitti. Takvimler doksan üç yılının ekim ayını gösteriyordu. Ertesi gün acilen hastaneye yatması gerektiğini söylemiş doktorlar. Öyle de oldu. On gün sonra Süreyyapaşa, birkaç gün sonra da Göztepe Göğüs Hastalıkları Hastanesi… Kalan günlerini de Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinin Koşuyolu Kampüsünde geçirmiş.

Ben bunları çok sonraları öğreniyorum tabii… Hastaneye yatışının yirmi dokuzuncu günü evine geldi; ama cenazesi… Geçen gün evdeki aile evraklarını düzenlerken gördüm, kaldığı son hastanenin raporunu: Kronik Myelostik Lösemi!..

Her akşam saat dört sularında, Şekerlerin kahve önünde oluşturduğumuz o mutlu aile tablosu paramparça olmuştu artık. Zaman içinde, o tabloda resmedilen tüm insanlar, esen bu rüzgârla birlikte dört bir yana savrulacaktı! Dahası, insanların adına “Hayat” dediği bu savaş alanında ben, var olan tek komutanımı da kaybetmiştim. Yaşadığımız bu olayın, bana olan etkilerini ve yarattığı travmaları burada şimdi anlatamam sizlere. Çünkü bu, onun; Coni’nin hikâyesi…

On üç kasım cumartesi günü saat üçte uğurladık babamı. Bağırarak ağlayan insanlar hatırlıyorum. “Kadınlar bakmasın, cenazenin abdesti kaçar!” diyen bir hoca… Ama onu hatırlamıyorum. Nereye gidip saklanmıştı bu ıstırap karşısında acaba? Günler sonra geldi yuvasına. Nerelerde tuttu yasını bilmiyorum. Annem uzun süre fabrikaya gidemedi. Ben de okula…

Her akşamüzeri aynı saatte, aynı yere doğru koşarken görürdüm onu. Servis durağına varır, sabırsız hareketlerle kuyruğunu sallayarak fabrika otobüsünü bekler, inenler içinde babamı bulamayınca da ağır adımlarla yuvasına gelip yatardı. Günlerce yaşandı aynı sahne. Ben, ne zaman vazgeçeceğini içim burkularak merakla izledim.

Henüz on yaşlarında olmasına rağmen son iki hafta içinde hızla kocalmıştı. Giderek zayıflıyor, ona verdiğimiz mamaları yememekte inatla ısrar ediyordu. Moral bulsun, canı sıkılmasın diye babamın arkadaşları onu birkaç sefer ava götürmeye kalktılar. Neler ettilerse bu olmadı. Ne yaptı-etti kaçtı! Avlu içinden çıkmadı hiçbir yere. Bıkmadan usanmadan, sabırla bekledi.

Hayat, bizim için bir daha hiç “normal” olmadı. Ama normal olarak çalışmak ve okumak zorundaydık. Annem, sürekli gündüz çalışmak kaydı ile işe başlamıştı artık ben de okula…

Bir sabah, okula gitmek üzere evimizin çıkmasından adımımı attığımda gördüm onu. Her zamanki yatış şekli ile samanlığın önündeydi. Adı ile seslendim. Tepki vermedi. Son günlerde bedensel zayıflığı ile birlikte duyuları da körelmişti zaten. Biraz daha yanına yaklaştım. Yüzünü gördüm. Kulaklarımda bir kemanın en acılı ezgisi çalıyordu…

Ve ben hayatımda ilk defa; gözleri açık, kederden ölmüş bir köpek gördüm, Saim Bakkal’ın önündeki İşçi durağına bakakalmış…

 

Facebook Yorumları