GÖLGEDE KÖREBE
Zimbon Radyo’nun güzide dinleyicileri! Bu gece son kez Delinin Romantizmi’ni dinlemektesiniz. “ Son kez” deyişimin nedeni intihar edecek oluşum değil. Şimdiye kadar anlattığım depresif zımbırtılar bunu size düşündürmüş olabilir. Radyo kapanıyor; dolayısıyla da programlara son vermek durumunda kalacağım maalesef. Bu kadar yüksek dinleyicisine ulaştıktan sonra ne oldu peki? Şöhret oldum da götüm mü kalktı? Tabii ki hayır! Size bugün son bir hikaye anlatacağım. Umarım polisler erken damlamazlar da en vurucu noktaları rahatça anlatabilirim sizlere. Sonrası ise küflü bir delikte ömrü boyu çürüme garantisi… Dilerseniz lafı daha fazla uzatmadan gecenin fitilini ateşleyelim ve hikayemizin adını zikredelim: Körebe! Ana temasında yalnızlık, itilmişlik ve bolca da intikam arzusu olan yaşanmış, sert olaylar zinciri… Önce derin bir nefes alın, arkanıza yaslanın ama ışıkları kapatmayın. Nefesinize de ışıklara da ihtiyacınız olacak bu sürede. Bu nefes alımı süresinde size 110 grubu eşlik edecek. Karanlıkta yürüyen bir gölgeyim aslında/ İnsanlar geçer yanımdan ama hatırlamazlar adımı bir daha…
Evet sevgili dostlar şarkı arası sonrası tekrar birlikteyiz. Doksanlı yılların başında, kara taştan yapılmış tek katlı bir ev hayal edin. İçinde renkli televizyon olan nadir evlerden. Ama o televizyon normalden farklı bir şekilde evin oturma odasının tavanında asılı. İzlemek için devamlı yukarı bakmaktan boyun felci geçiriyorsunuz. 3- 4 yaşlarında bir çocuğum o zamanlar. Film mi, reklam mı yoksa başka bir şey mi olduğunu şimdi hatırlamadığım bir görüntü var ekranda, müzik eşliğinde. Bir erkek korosu ekranda oynayan görüntüler eşliğinde “ civciv çıkacak kuş çıkacak” şeklinde tempo tutuyorlar. Görmeye çalışıyorum ama bir tuhaflık var. Göremiyorum, gözlerimin içi yanıyor. Devam edersem alev alacaklar sanki. Mecbur kapıyorum gözlerimi. Sonra tekrar deniyorum görmeyi ama bu kez gözlerimi kısarak. Tıpkı Uzak Doğulular gibi. Görmeye başlıyor ve istemsizce gülümsüyorum. Ama çok sürmüyor bu gülümsemem. Niye mi? Evde büyükler ekrandaki gibi tempo tutmaya başlıyor ama bu sefer sözler farklı: “ Körebe” diyorlar bana. “ Körebe aç gözlerini, Körebe ner’deyiz biz hadi bul bizi! Körebe, körebe, sakın bizi ebeleme…” Hiç bitmiyor alayları. Gece bile onların sesleriyle sayıklaya sayıklaya uyuklamaya çalışıyorum. Nereden bilecektim kabusun daha yeni başladığını!
Zamanı ileri saralım. 5 yaşındayım. Güneş var. Yolda yürüyorum. Aniden gözlerimde ve beynimde şimşekler çakıyor. Neden mi? Koskoca direği ve orada asılı bulunan demirden çöp bidonunu görmemiş, ulu orta gömmüşüm kafayı ikisine birden. Sonrası hastane, bir dünya ilaç, can yakan tahliller. En nihayetinde kavanoz dibi kalınlığında camlardan oluşan kapkara bir gözlük. Boşuna uğraşmayın demiş doktorlar bunun tedavisi yok! Yalnızlığım değişmedi, mutsuzluğum değişmedi, kavga dövüş değişmedi, itilip kakılmam değişmedi. Değişen tek şey lakabım: Körebeden dört göze terfi ettik. Okuldaki zorbaların alaylarına katlanamayıp kaç kez kavga ettim, kaç kişinin kafasını gözünü dağıttım hatırlamıyorum. Tüm yaşadıklarım akıl sağlığımı bozmaya başlamıştı ama benim dönüşümüm bunlarla değil, on yaşındayken yaşadığım, uyku ile uyanıklık arasında geçen o kısacık ama bana aylar sürmüş gibi gelen o garip olayla başladı. O zamana kadar çevremde bir gölgeden farksızdım. Kimse beni hatırlamaz, aralarında olduğumu hissetmezlerdi bile. Görenler de vardı elbet ama onların tek amacı beni makaraya almak, içlerinin pisliklerini üzerime kusmaktan ibaretti. Bu süreçte karanlıktan da korkar hale geldim. Hele de tek başına yatmak bana ölüm gibi gelirdi. O gece annem yanına almıştı beni. Işıklar her zamanki gibi açık. Ben uykuya daldığımda kapayacak. Yatakta sağa dönüyorum, yok. Sola dönüyorum, yine yok. Sırt üstü yatmaya korkuyorum çünkü eskiler hep “ sırt üstü yatana cinler periler uğrar, uzun tırnaklarıyla seni deşerler, leş gibi kokan nefeslerini suratına üflerler” derlerdi. O yüzden tekrar sağ, tekrar sol… derken yatağın dayalı olduğu duvarın pürüzlü yüzeyinde bir gölge fark ediyorum. İlk bakışta kendi gölgem zannediyorum ama yok. Bu, ayakta kıpırtısız duruyor çünkü. Yanda namaz kılan anneme bakıyorum, yok o da değil. Secdeye gidip geliyor çünkü. Gölge yine kıpırtısız. İyice endişeleniyorum. Titreye titreye kalkıp duvarın nemden ıslanmış pürüzlü yüzeyine dokunuyorum. Gölgenin olduğu kısım alev gibi, diğer taraflar ise buzdan bir parça. Çığlık çığlığa annemin eteklerine kapanıyorum. Gözlerim sımsıkı kapalı halde selam vermesini bekliyorum. Endişelenmemem gerektiğini, sadece bir kabus olduğunu söylüyor ama ben ona inanmıyorum uyanık olduğumu söylüyorum. Duvara bakma cesaretini gösterdiğimde ise sarı ışığın altında parlayan bomboş ve renksiz duvarla kalakalıyorum.
Gece yarısı. Vücuduma aniden saplanan bir acı ve derin bir ürpertiyle uyanıveriyorum. Annem yatakta yok. Oda zifiri karanlık. Yine elektriklerin gittiğini düşünüyorum. Normal çünkü köy yerine ikide bir yaşanan kesintiler. Alıştık lüküs ışığının büyüttüğü gölgelerimizi izleyip birbirimize hortlak, upir, cazı hikayeleri anlatmaya. Ama bir tuhaflık var köyümüz şehrin en yüksek rakımlı yerlerinden. Yıldızlara uzansak birkaç tanesini avucumuzun içine alırız o derece. Bu gece ne yıldız ne de ay uğramış buralara. Sanki hepsi anlaşmış da başka bir diyara göç etmişler. Sürekli vıraklayıp beynimizi siken kurbağa ordusu bile yok. Sessizlik, karanlık ve yalnızlığın verdiği dehşetle kafamı sola çevirdiğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Gölge geri gelmişti ve bu kez hareketsiz değildi. O sırada ellerimin ısınmaya başladığını fark ettim. Avuç içlerimin korlaştığını, yanmamakta direnip ha bire öksüren odun sobası gibi tütmeye başladıklarını dehşetle izliyordum. O sırada avuç içlerimden yükselen bir alev topu hızlı bir şekilde gölgenin üzerine yöneldi. Bunu gören gölge hızla pencereye doğru seğirip gözden kayboldu. Peşinden koşup pencereye ulaştığımda gözlerime inanamadığım bir şey oldu: Biricik dünyamızın caanım uydusu Ay, kilometrelerce uzaktan kalkmış ve gözümün önüne gelmiş. Öyle heybetli, öyle sıradışı ve sürekli renk değiştirip şekilden şekile giriyor derken bir elin arkadan yetişip kafamı tuttuğunu fark ediyorum. Kıpırdamak ne mümkün. Koca bir paslı çiviyle beni oraya sabitlemişler sanki. Ama o elin amacı farklıymış sonradan anladım. Nasıl mı? Pencerenin dışında baş aşağı sarkarken! Bıraktı… ve ben çığlıklar içerisinde yere çakıldım. Hiçbir şey olmadı. Düştüğüm yerden kalktım, üstümü başımı silkeleyip kapıdan içeriye daldım. Devamı yok, hiç de olmadı. Ben bu tuhaf rüyayı peş peşe dört defa daha gördüm. Beşinci gün çok feci bir şekilde hastalandım, herkes bana öldü gözüyle bakıyordu artık. Ateşler içinde yanan, sürekli sayıklayan, titreyen, gece çökünce de kalkıp sinsi sinsi dolaşan bir hortlak…O gölge ise yanı başımdan hiç ayrılmadı. Gerçek olduğunu dehşetle görüyor ama ağzımı açıp çevremdekilere tek kelime edemiyordum. Tuhaf olan şey ise gölgenin artık benle konuşuyor olmasıydı. “ Sabret “ diyordu. “ Şimdi değil, sen olgunlaştığında, gücünün farkına vardığında olan biteni anlatacağım. Sakın korkma benden sana zarar gelmez. Vakit gelene kadar seni koruyup kollayacağım. Kalabalıklarda gölge olmaktan, sevgisizlikten, zorbalıktan, yalnızlıktan seni kurtaracağım…” Dediği gibi de oldu. Sergilediğim garip tavırlar unutuldu, tüm lakaplarımdan sıyrılıp kurtuldum, dinmeyen gözyaşlarım kurudu. Bir daha hiç ağlamadım…
Aradan yıllar geçti. Büyüdüm, olgunlaştım, hastalığımla yaşamayı öğrendim. Bir gün gölgem bana vaktin geldiğini söyleyip olan biteni anlattığımda mutlu geçen yetişkinlik günlerimin sona erdiğini, büyük bir intikam planının parçası olduğumu dehşet içerisinde fark ettim. Tüm detayları anlatıp gerilen sinirlerinizi davul seviyesine çıkarmayacağım merak etmeyin. Adı Hayal imiş. Ayın ondördü gibi güzeller güzeli bir genç kız. Ona arkadaşı gibi davranan sevecen bir ana baba, iyi kalpli düzgün dostlar, güvenilir bir çevre… Ama bu mutlu tablo çok uzun sürmüyor. Kader yazılmış, plan saat gibi tıkır tıkır işliyor. Ne mi olmuş? Yılan ısırığı. Hem de tam gırtlaktan. Zehir hızlıca vücuda yayılırken nefesi tıkanıveriyor. Aile telaşlı. Kızı kaptıkları gibi arabalarıyla yol koyuluyorlar. Hava sisli. Yağmur da yağmış. Yollar ıslak ve kaygan. Baba, telaşın ve ıslak yolun, göz buğulandıran sisin etkisiyle karşı şeritten gelen kamyonu fark edemiyor. Son anda fark ettiğinde ise artık çok geç. Toslayıveriyorlar kamyonun demir yığını kocaman ağzına. Ana baba olay yerine hayatını kaybediyor. Çarpmanın etkisiyle camdan fırlayıveren Hayal ise ağır yaralı olarak kurtuluyor. Vade dolmamış olacak ki hem kazadan hem de ısırıktan kurtuluyor. Çok şanslı değil mi? Hah! Siz öyle sanın! Kızı hayatta olan tek akrabasına- teyzesine- emanet ediyorlar. Tecavüzlerin ilki de bu zamana denk geliyor. Defalarca denemesine rağmen kız çocuğu olmayan teyzesinin kocası tarafından. Sonra da bok çukuru ağızlarının suyu aka aka eve doluşan kocasının iki arkadaşı tarafından, defalarca. Teyze de seyirci kalıyor bu duruma. Korkudan değil, orospuluktan! Oldum olası kız kardeşinden nefret eden, ayağını kaydırmak için her yolu mübah sayan bir ruh hastası kendisi. Kıt kanaat geçinen bu ikisi altın yumurtlayan tavuktan faydalanalım deyip kızı pazarlamaya başlıyorlar. Defalarca tecavüz, zorlama, işkence, aşağılama ve tehdite dayanamayıp kendisi ve içeridekilerle birlikte tüm evi ateşe verip, ortalığı cayır cayır yakıyor. Şimdi ise intikam için geri döndü. Kırgın, kızgın, aşağılanmış bir ruh olan benle birlikte yeniden doğdu. Kendisine tecavüz eden 24 kişiden intikam almaya hazır bir şekilde… Peki ne mi yaptık? Akıl almaz bir yöntem kullanarak varlıklarıyla dünyanın içine etmiş o şerefsizleri doğanın kendisine döndürdük. Varlıkları anlamsızdı bari cesetleri bir işe yarasın dedik. Şimdiye kadar cesetler niçin bulunamadı, biz nasıl yakalanmadık, hepsini anlatacağım. Hatırlarsanız, geçenlerde aldığım bir ödülle kamuoyunun dikkatini üzerime çekmiştim. Evinde hiç elektrik tüketmemiş, förmülü gizli tutulan özel bir yağ ile tüm evini aydınlatmış birisi olarak tasarrüf ödülüne layık görülmüştüm. Ekip biçtiğim bahçemde kullandığım özel bir gübre sayesinde de topraktan aldığım verimi üç katına çıkarmıştım. Üstelik hiçbir kimyasal ürün kullanmadığım halde. Nasıl olduğuna gelince:
Önce yağdan başlayalım. Bir yerde okumuştum. İlgimi çekince de uzun bir araştırma yaptım. İngiltere’de 1900’lü yılların başlarında ilginç bir tasarruf yöntemi kullanılıyor. Hem de bu yöntemle müthiş bir ekonomik gelir de sağlanmış olunuyor. Ne m? İnsan yağı tabii ki! Özellikle idam edilmiş kişiler tercih ediliyor. Cesedin teşhir edilmesi suç olarak görülüyor çünkü. Bir şekilde ortadan kaldıralım derken akıllarına böyle bir çılgınlık geliyor. Cesetler henüz soğumadan özel bir işlemden geçiriliyor ve elde edilen yağlar sokak kandillerinin aydınlatılmasında kullanılıyor. Bizde aynen böyle yaptık. Varlıklarıyla dünyayı kirleten o 24 şerefsizin yağlarını evin aydınlatılmasında kullandık. Tabii ki yeterli olmadı. Biz de haberlerden gördüğümüz, yakalanmalarına rağmen suçlarının cezasını çekmeyip serbest kalan tacizci ve tecavüzcülerin peşine düştük. Ağımıza bugüne kadar 114 kişi takıldı. Şimdi gelelim asıl eğlenceli kısma. Hatırlarsanız size bahçemden ve çok verimli toprağından bahsetmişti. Keramet bende değil, kullandığım gübrede saklı. İnsan gübresi diye bir şey duydunuz mu hiç? Bazılarınız duymuştur. İsviçre, Abd, İngiltere, Çin gibi ülkelerde yasallaşmaya ve dev tesisler kurulmaya başlandı çünkü. Sadece onlar ölüleri kullanıyor bizse öldürdüklerimizi. İnsan gübresi öyle bir şey ki, ne normal gübre gibi tiksindirici bir kokuya sahip, ne de kimyasallar gibi toprağa zararı var. Normal gübreden üç kat daha verimli. Epey koyu renkli, zengin ve nem tutma kapasitesi çok yüksek. Formülünü de vereyim eksik kalmasın dostlar. Hem de alternatif yöntemler dahil: İşlemin genel ismine recompuse yani yeniden oluşturma deniyor. Çürük ruhlu bu iğrenç bedenleri “ nazikçe” ve zararsız bir şekilde yeniden oluşturuyoruz. Tüm bedeni ağaç yongalarıyla kaplayıp geri dönüştürülebilir bir bezle sıkı sıkıya sarmalayarak hava geçirmez özel bir tabut içerisinde 30 gün bekletiyoruz. Daha sonra yüksek dereceli bir kremasyon fırınında etin kemikten ayrılmasını sağlıyoruz. Son olarak taş bir değirmende öğüterek kullanıma hazır hale getiriyoruz. Bir cesetten iki el arabası gübre çıkıyor. İlk başlarda bu yöntemi denedik ancak çok vakit aldığından ve fazla işlevsel olmadığından terk ettik.
İkinci teknikte Sanayi Devrimi’nin nimetlerinden yararlandık. Tasarladığımız makine, kemikleri önce tavuk yumurtası boyutunda, ardından da bilye boyutunda kırıp parçaladı. Sonra bu ezilmiş beden, kıyma makineleri ve buhar gücüyle un ufak edildi. Bu aşamada elimizde lapamsı bir çiğ et ve kemik kütlesi kaldı. Bu kütle 120 derecelik bir fırında tamamen kurutuldu. Buradaki amaç kütleyi dezenfekte etmek. İyice kuruduğundan emin olduktan sonra ise gübre olarak kullanıma hazır hale getirmiş oluyoruz. Tabi bu kadar işlemle uğraşamayız diyorsanız daha masraflı ama ileri teknoloji kullanılan başka bir yöntem var: Ekolojik dondurma! O da şöyle işliyor: Ceset sıvı nitrojenle dolu bir tanka daldırılıyor. Bu işlemin ardından vücut çok kırılgan bir yapı kazanıyor. Bu sayede ultrasonik dalgalar kullanarak kolaylıkla cesedi çok küçük parçalara ayırabiliyorsunuz. Hala donuk durumda olan bu parçalar iyice kurutulduktan sonra gübre olarak kullanılmaya hazır hale geliyor. E tarifi de kaptığınıza göre bizim görevimiz sona erdi. Gecenin tadını çıkarabilirsiniz artık. Ben ve gölgem sahneden çekiliyoruz. Oyun bitti, perde kapandı…

Facebook Yorumları