Merhaba pek değerli Çerezzine ailesi, bizleri bu yaz aylarında kavuran güneş gibi sımsıcak içtenliğimle hepinizi selamlıyorum. Site kurulduğundan beri çok değerli abilerim ve arkadaşlarımla bir çok kez farklı zamanlarda, farklı mekanlarda oturmuş bulunup site üzerine konuşmalar yapsak bile, kişisel sebeplerimden kaynaklanan durumlardan ötürü yazı yazmaya ara vermiştim. İşte bu geçen süre boyunca çok değerli kuruculara herhangi bir paylaşımım da dolayısıyla olamamıştır. Siz değerli kuruculara ve sitemizin sakinlerine bir özür borçluyum.

En iyi yazarların bile mutlaka yazmak için sıkı sebepleri vardır. Buna bir örnek vermek gerekirse Dedektif Hercule Poirot karakterini yaratan İngiliz yazar Agatha Christie’dir. Kız kardeşiyle girmiş olduğu  “Sen asla iyi bir polisiye romanı yazamazsın!” iddiası sonucu emekli polis dedektifimizi ortaya çıkarıp onu dünya çapında meşhur yapmıştır. Fakat ben Agatha Christie’yi bir türlü sevemedim. Üstelik polisiye ve gerilimi çok sevmeme rağmen. İlkokul yıllarımda bize zorla dayatılıp okumanızı söyledikleri temel eserlerden sıkılmamdan dolayı bir süre okuma alışkanlığını askıya almıştım. Ta ki bir ortaokul yazında, çok samimi bir arkadaşımın bana uzattığı bir kitaba başlayıp soluksuz şekilde okumama kadar. İtiraf etmem gerekirse bu kitap benim için adeta gizli bir kütüphanenin kapısını açan sihirli bir anahtar olmuştu. Bu kitabın yazarı 1947 yılının eylül ayında ABD’nin Maine eyaletinin en büyük kentlerinden biri olan Portland’da dünyaya gelmiştir. Sizlere ipucu vermediğim için kusura bakmayın. “Kim ulan bu Maine’li? Ya da “Ben hala bu saçmalığı neden okuyorum? Bir sonraki yazıya neden geçmedim ki?” diyorsanız bana haksızlık etmemişsinizdir. Gayet sıkıcı gittiğimin farkında ve birçok metni silip tekrar tekrar düzenlemekteyim. Sizlere bu kadarını bile okuduğunuz için minnettarım. Sizce satırlarıma tekrar başlamak için bir şansı daha hak etmiyor muyum? Bu sitede ilk yazım olduğu için bana bir fırsat daha verin. Şimdi sizlere şıp diye tahmin edeceğiniz en kolay ipuçlarını veriyorum. “Carrie White” desem? Belki de yazarın meşhur burger firması olan Mc Donalds’ın maskotu Ronald Mc Donald’tan etkilendiği için “O” karakterini yani Pennywise’ı yarattı desem? Yine bir şeyler çağrıştırmadı mı?  Jack Torrance’in kapıyı baltayla kırıp “Here’s Johnny” diye psikopatça bağırması ya da Andy’nin ufak bir çekiçle suçsuz yere girdiği hapishaneden kurnazca ve her detayı hesaba katarak kaçışı desem? Eğer bu karakterleri bir yerde okumuş olup (Hoş çoğu eserinin filmlerini de çektiler ve akıllardan silinmeyecek replikleri de fotoğraflar ile Facebook ve Instagram sayfalarında paylaşır hale getirdiler.) en azından pasajlarını bile bir yerde gözüne ilişmişse size o iri yarı siyah tenli adamın (John Coffey aslında içki adı gibi ama farklı yazılan bir isim patron!), ihtiyar kıvılcıma doğru yürüdüğü o yola “Yeşil Yol” ismini verenin de aynı yazar olduğunu öylesem, kafanızda bir isim mutlaka oluşmuştur. Bu yazarımızın ismi tam olarak “Stephen Edwin King”‘dir.

Zor bir ihtimal de olsa bir gün bu saygıdeğer yazarla karşılaştığım anda kendilerine sormak istediğim birçok soru var fakat en çok merak ettiğim tek bir soru olacaktır.

“Yazar, ilk yazdığı “Göz” (Ülkemizde ki çevirisi) isimli romanında Carrie White karakterini oluşturmadan önce edebiyat dünyasına, özellikle de korku ve gerilime önemli katkı sağlayacağını düşünüyor muydu?”

Belki yazardan ömrümün sonuna kadar bu cevabı alamayacağım ama tahmini bir cevap vermek gerekirse pek saygı değer yazarımız şunu söyleyebilirdi.

“Kesinlikle evet! ” Hayal dünyası bu kadar geniş ve bitmek tükenmeyen bir insan, kendisini de ileride mutlaka (benzer konular yazan başka yazarlara rağmen) önemli yerlere gelip saygın bir ün de kazanacağını iyi biliyordu. Yazdığı hiçbir yazı onun için müsvedde kabul edilemezdi. (Göz isimli romanına başladığı anda sevgili hayat arkadaşı Tabitha King’in ısrarlarına dayanamayıp paçavra gördüğü romanı devam etmesi konusunda destek verdiğini de eklemem gerekli.) 1974 yılında ilk romanı olan Göz’ü (Carrie) yayınlandıktan sonra diğer kitapları sırasıyla “Korku Ağı, (Salem’s lot – 1975) Medyum (The Shining – 1977) ve Mahşer (The Stand – 1978) olarak yazılarına romana çevirmeye devam etti.

Bir dönem “Richard Bachman” ismini kullansa bile kendisinin usta yazar Stephen King olduğu ortaya çıktığı anda bu aklında yarattığı yazar kimliğini kanserden öldü gösterip King kimliğine tekrar geri dönüş yapmıştır.

Yazımın başlarında vermiş olduğum Agatha Christie örneğinde olduğu gibi Stephen King’in de yazı yazmasına sebep olan birisi vardı. Bunun yine bir aile ferdi, okul öğretmeni ya da yakın bir arkadaşının tavsiyesi gibi bir şeyler bekliyorsanız, yanılıyorsunuz.  “Howard Philips Lovecraft”‘ı duymuş olanlarınız mutlaka vardır. Kendileri Edgar Alan Poe ile birlikte korku-gotik-korku unsurlarının mimarisi olarak kabul edilir. Edebiyat tarihinde Lovecraft’ı diğerlerinden ayıran en önemli özelliğiyse bilim kurgu ile korkuyu birleştiren ilk yazar olmasıdır. 1937 yılında “The Lurker Of The Threshold – Eşikteki Lurker” isimli yazmış olduğu bu roman yine günümüz gotik korku yaratıcısının doğmasına vesile olmuştur. Stephen King, bu romanı okuduktan sonra yazarlık kariyerine başlamıştır. Ülkemizde birçok kitabı Türkçe’ye çevrilip yayınlanmıştır. Peki, bize bu yazarı sevdiren en önemli etken neydi?

Stephen King’in sadık okuyucuları onun her zaman anlatımının kolay olduğunu söyleyebilir. Zor bir yazı stili yoktur. Okuyuculara oldukça net bir şekilde mesajlarını vermektedir. Benim ise tüm yazılarında ilgimi çeken tek bir unsur vardır. Sanırım bu da yazarı az biraz gözümde pek bir dindar yapmaktaydı. Hemen hemen her kitabında kutsal kitapları olan İncil’den ve onun ayetlerinden sürekli bahseder. Buna “Göz” isimli kitapta ve en fazla etkilendiğim “Hayvan Mezarlığı” adlı romanında ve de birçok eserlerinde sıkça rastlayabiliriz.

Peki, yazar King’in okunmasını bu kadar önemli kılan şey nedir?

Din, inançlı insanları bir araya getiren, birleştiren en önemli etkendir. Howard Philips Lovecraft’ın yazdığı bir sözde ise “Korku, en temel ve en yüce duygudur. İnsanın en büyük korkusu da bilinmeyene duyduğu korkudur.” demiştir.

İşte, bilinmeyene olan korku ve dine olan inanç, yazarın anlattıklarının o kadar da saçma olmadığını işaret etmektedir. Stephen King ise kısa hikayelerinde ve romanlarında gerçekçiliği de (Sadece korku yazarının olmadığını da belirtmek istiyorum. Romantizm, fantastik ve dram konularını da ele alan ve bu türlerde de başarı sahibi olan birisidir.) ön planda tutarak bizleri o kurduğu hayal dünyasına hapsetmektedir. İşte yazar bu etkenleri iyi bir şekilde harmanladığından dolayı popülerliğini her geçen gün arttırmakta ve hemen her yapıtının da beyaz perdeye aktarılmasını sağlamaktadır.

Sadık okuyucu, Stephen King’e ait yazımda pek sevgi dolu yorumlarımı umarım beğenmişsinizdir. Kim bilir belki H.P. Lovecraft’tan ilham alarak yazar olan Stephen King ustadan ben de az da olsa ilham kapmışımdır. En azından bu kadarını bile yazdığım için mutluyum. Ustanın son sözüyle yazımı nihayet sonlandırıyorum.

“Canavalar gerçektir, hayaletler de öyle… Onlar bizim içimizde yaşar ve bazen onlar kazanırlar.”

Facebook Yorumları