“İnsan zihni unutmak hastalığı ile sakatlanmıştır.” demişti birisi. Şu anda bu yazıları okuyor olmanızın en büyük nedeni, benim hafızamın bu dertten nasibini almamış olması belki… Bu yaşıma kadar ne olduysa, kaç hadiseye şahit olduysam ve ne kadar insan tanıdıysam hepsi dün gibi aklımda şimdi.

Çevremdeki insanlar etrafımda gündelik işlerini görürken, çalışırken, gülerken, takip ettiği dizinin dün akşamki bölümünü ballandıra ballandıra anlatırken, geçmişle ilgili bir suale, “Aman ben daha öğlen ne yediğimi bilmiyorum.” kıvamında gayet rahat cevaplar verirken, ben yine oralarda bir yerde kayıtsızca geçmişe dalmış, kim bilir hangi tozlu hatıranın sisini bilmem kaçıncı kez dağıtmaya çalışıyor olurdum. Böyle zamanlarda kimse ile konuşmaz, aklımda cirit atan o gülünç ya da hazin hatırayı kimse ile paylaşmazdım. Çoğu zaman üç-beş dakikalık sonu derin bir iç çekme ile son bulan bir gezi olurdu bu. Bazen de yine kimselere görünmeden usulca yanlarından ayrılır ve bu tozlu hatırayı iki damla gözyaşı ile yıkamak için kendime karanlık bir oda bulurdum. İşte tüm bu hatıratıma ev sahipliği yapan başlıca mekânlardan birisiydi ninemin indirmesi.

Avlumuzun içindeki en eski yapılardan biri… Tek oda, duvarları genişçe örülmüş kerpiçlerden oluşan, hayatında beton bir zemin, girişinde üç basamak barındıran, tahta dayanaklı sundurması sokağa bakan, kırmızı çingene kiremitlerini çatısında taşıyan bir evcik…

Sabahları annemle birlikte babamı fabrikaya yolcu ettikten sonra evimizden ayrılır ve on adım uzaktaki ninemin indirmesine giderdik. İnşa edildiği ilk yıllarda daha çok misafirhane ve aş evi olarak kullanılmış ama daha sonra yeni betonarme binaların yapılması ile koca dedem Tahir Ağa’nın eşi, Esma nineme tahsis edilmişti. Annemin bir görevi de ninemin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktı. Gün içinde ben de boş durmuyordum tabii. Her istediğinde ona su götürmek benim başlıca vazifemdi. Bu vazifeyi oğlu Ahmet dedem evde olmadığı zamanlarda kolaylıkla icra edebiliyordum. Fakat o geldiği zaman doğruca annesinin yanı başına oturur ve ben nineme suyu götürürken ne yapar eder ya kendi üzerime ya da ninemin üzerine dökmemi sağlardı. Örneğin ninem su istediğinde kendi kalkıp vermez, henüz dört yaşında bir çocuk olan bana dönerek, “Eeey zulum adi bakalım, ninen suya yanmış bak” diyerek görevimi ima ederdi. Babaannemin de dedemin oyununa ortak olarak, dudak payı dahi bırakmaksızın silme doldurduğu bardağı, acemi adımlarla sendeleyerek götürmeye çalışırken dedem yan taraftan o gür sesi ile aniden, “Oooyda te döktü beee!” diye bağırınca ben irkilerek her yeri sırılsıklam yapardım. Şimdilerde düşünüyorum da ona hiç kızmıyorum bu eğlenceleri yüzünden. Aksine o sıra dışı ve mizahi kişiliğiyle biz torunlarına komik ve bir o kadar da tecrübe yüklü tatlı hatıralar bırakarak göçüp gitmiş yanımızdan.

Dedemin evde olmadığı zamanlarda, eğer annem ve babaannem de damdaki hayvanları bakmaya gittiler ise benim günlük masal saatim başlardı ninemle. Kış aylarında karın bir bel boyu olduğu zamanlarda, içeride gürül gürül yanan peçka sesi eşliğinde, yeni yediğimiz mandalinaların kabuklarını ateşe atarak kokuttuğumuz indirmemiz adeta bir masal cenneti olurdu. Benim uslu uslu pencereden yağan karı seyrettiğimi gören ninem, teklifsiz olarak başlardı masalına. Ona doğru bakmadığım halde, can kulağı ile dinlediğimden emin, ağır ağır ve yüzlerce kez tekrarını anlatmasına rağmen, yine aynı özenle anlatırdı. Öyle olduğu için ben her seferinde bizzat olayın içine girer, dinlemekle kalmaz, o anları yaşardım. O andan itibaren, gözlerimin önündeki kar tablosunda mevcut olan her şey şeklini değiştirmeye yüz tutardı.

İndirmenin penceresinin tam olarak gördüğü samanlık, Tüm Tüm Kuzuların evi, samanlığın karşısındaki bodur çalılıklar da annelerinin pazarda olmasını fırsat bilip kuzuları yemeğe gelen hain kurt olurdu. Üvey annesinin istemediği çocuğu ormana götüren babaya olan kinim hâlâ sönmedi içimde. Öz oğlunu ormana götürüp, kandırıp uyutuyordu adam. Sonra da önüne bir tas su koyarak karanlıklarda kayboluyordu. Gecenin bir yarısı uyanan çocuk suyun hepsini içtikten sonra tasını taşa vurup, çıkan sesin eşliğinde şöyle ağlıyordu: “Tınn tınn kabacığım, neredesin beni buralarda bırakan babacığım?” Masal devam ederken bu cümlenin gelmesini hiç istemezdim. Ninem tam burasını söyleyip masala devam etmek için soluklandığında ona göstermeden yüzümü hafif peçkaya dönerek gözyaşlarımı silerdim. Çokçası indirme kapısının aniden açılması ile tüm büyü bozulur, masal en son nerede kaldıysa orada sonlanırdı. Ama sonrasında ben masalı kendimce devam ettirirdim: Ormandan eve dönmekte olan kötü kalpli baba, çocuğunun tasının sesini duyarak buz tutan kalbini eritir ve geriye dönerek oğlunu bıraktığı yerden alırdı. Daha sonra baba-oğul bir daha üvey annenin bulunduğu eve gitmez ve başka bir köyde hiç ayrılmayarak mutlu bir ömür geçirirlerdi. Şimdi itiraf etmeliyim ki, böyle bir sonu masaldaki çocuğun haline acıdığımdan değil, aynı şeyin benim başıma gelmesinden korktuğum için o şekilde tasarlıyordum.

Bir de dedemin türkülerini unutamıyorum bu indirmedeki. Kahveden gelir, annesi ile hoşbeş ettikten sonra onun yatağının yanına otururdu. Bazen bana sataşmak için bazen de gerçekten efkâr bastığından, o gür ve ahenkli sesi ile bir türkü tuttururdu. Ben bu durumdan da kendime pay çıkarır, “Garip Yusuf’un annesine kim haber verecek?” diye içlenirdim. Dedem bir diğer türküsünde de, “Alıverin feracemi anneciğim giysin, o kıymatlı İsmail’e kendisi gitsin.” deyip annesi beğendi diye o adamla evlenmeyeceğini belirten kızın durumunu anlatırdı adeta. “Babamın bir atı olsa binse de gelse.” diyen gelinin türküsünü söyledikten sonra hikâyesini anlatmış, onun aşrı köye kocaya verildiği için dertlenip öldüğünü üstüne basa basa söyleyerek yine beni ağlatmayı başarmıştı. (Dedemin beni üzmekten bir haz aldığını sanmıyorum. Ama farkında olmasa da daha o yaşımda birçok duyguyu erkenden keşfetmemi sağlamıştı bana olan bu davranışları.) Keyfi yerinde olduğu zamanlarda peçkanın maşasını eli ile dizi arasına sıkıştırır, diğer eliyle de maşaya vurarak hareketli bir ritim tuttururdu. “Sabahtan gördüm seni, çok beyaz geldin bana; konakta mı büyüdün, oooy oooy Eminem.’’ türküsüne başlar, indirmenin ortasında bana döne döne göbek attırırdı. Sonraları, ilkokul yıllarımda, öğretmenlerin “Eve gidip herkes birer şarkı öğrensin!” ödevinde yine dedemden yardım alacak, öğrettiği şarkıyı okulda onun gibi, “Neden böyle saçların akarmış ba arkadaş?” şeklinde söyleyince de öğretmenlerimi kahkahaya boğacaktım.

Yaz aylarında indirmenin kapısı geriye kadar açık tutulur, ben doğmadan önce felç geçirip yatalak kalmış olan ninemin havadar bir mekânda yatması sağlanırdı. Sonraları dedem annesi için ilçede kurulan perşembe pazarından katlanabilir bir yatak almıştı. Bu sayede güzel havalarda, kahveye gitmeden önce onu asma altına kuruyor ve ninemin dışarıda vakit geçirmesine fırsat veriyordu. Yaz mevsimini ve ninemin dışarıda yatabiliyor olmasını fırsat bilen babaannem, sokaktan geçmekte olan ve megafonundan sürekli olarak, “Kireççi geldi, kireççi burda, kaymak kireçlerim var!” diye satış yapan kamyonetten aldığı kaymak kireçle indirmemizi bir güzel badana eder ve bir dahaki yaza kadar mis gibi kokmasını sağlardı. Kireççi demişken, diğer satıcıları da anlatmadan geçemeyeceğim. Onların megafonlarından çıkan o boğuk ses hâlâ kulaklarımda çınlar. Mahalle çocuklarını telaşa salan, “Demir alıyom, bakır alıyom, hurdacı geldi, hurdacııııığ…” anonsu, avlu içindeki balya tellerini toplayıp satma ve parası ile dondurma almanın müjdecisiydi. “Kaya tuzu geldi, kaymak tuzuuuuğ…” diyen satıcı ise biz çocuklara hitap etmezdi hiç. (O tuzun aslında ineklere verildiğini ve verilme amacını da yıllar sonra öğrenecektim.) Daha çok mahallemiz kadınlarına hitap eden, “Çelih tencereler, çelih çaydanlıhlar geldi, emsancı geldi, emsancııığ…” diye Doğu Anadolu aksanı ile konuşan amcayı da hatırlamadan geçemedim şimdi. İşte böyle yazı kışa verip, geçip gitti yıllar…

Bu anlattığım film, tüm güzel zamanlar gibi bir gün son buldu. Çocukluğumun en mutlu kıyısı olan kaymak kireçli indirmemiz insanlarla doldu taştı bir gün. Pınar başında bir kara kazan yakıldı. Mahalleli, konu-komşu, hısım-akraba, herkes bize geldi. O kasketini yan takıp, sol kulağına bir fesleğen çiçeği iliştirerek hayatla dalga geçen, o dağ parçası adamı, dedemi ilk defa ağlarken gördüm. Biri ismimi haykırdı indirmeden, koşarak gittim. Duvar kenarlarına kadınlar sıralanıp oturmuştu. İndirmemizin ortasında bir döşek, döşekte beyazlara sarılı bir kadın: Ninem… Ninemin üzerinde bir bıçak… “Küçük ama gösterin kızana, belki atrında kalır.” diyerek açtılar çarşafı. Beş yaşımda beynimin çektiği o fotoğrafı hâlâ çıkarır bakarım bazen. Bakarım ve ninemle birlikte peçkada mandalina kabuğu yakarak bir masal diyarına çevirdiğimiz, şimdi yerinde yeller esen küçük indirmemizi anarım.

Facebook Yorumları