GİRİŞ

  Gücü giderek tükeniyordu, son bir kuvvet kendini duvarın arkasına attı. Nefes alış verişi o kadar hızlıydı ki neredeyse ciğerlerine dolan oksijenden çatlayacaktı. Günlerdir süren çatışmaların ortasındaydı. Olduğu yerde başını geriye yasladı. Aldığı darbelerin yoğunluğundan akan kan neredeyse tüm yüzünü kaplıyordu. görebilmek için kanlı elleriyle gözlerini ovuşturuyor ama kan gittikçe daha da artıyordu. Göz kapakları adeta kanın ağırlığından kapanıyordu. 

Kıyafetleri paramparça..  her an tetikte ve her bir saniyenin bile ne kadar önemli olduğunun bilincinde, etrafında ki en küçük sesi bile dikkate aldığı bu kısa dinlenme anında, yüzünde süzülen kanın, susuzluktan çatlamış dudaklarını ıslattığını kendi kanını yaladığını fark edemiyordu bile. Susuzluk, uykusuzluk. Şu an tek istediği bir bardak su. İnsanların bitmek bilmeyen ihtiyaçları ve bunu karşılamak için hayat boyu köle gibi çalışılan günlerden, tek bir bardak suyun bile hazine değerinde olduğu ana ne kadar da çabuk gelindi. Cehennem gibi bir tahribatla. İsanlığın bu konuma gelebileceğini kim tahmin edebilirdi ki? Aylarını binlerce komple yada savaş teorisi üretmekle geçirse bile sanırım bu olanlar zihninde vücut bulmazdı. İsanlığın yaşayabileceği en büyük yıkım, Alev rüzgarlarında savrulma şansı bile bulmadan yok olan yapraklar gibi, haftalar içinde durma noktasına gelen hayat, bunca zamandır içini dolduran bütün anlamlarını kaybetmiş olan bu kelime simdi sadece tek bir şeyi ifade ediyor; hayatta kalmak.

        Nasıl başladı bu fırtına? Kim nasıl attı vahşetin ortasına bu inci şehri? Büyük manşetlerle bize anlatılan yalanları? Yıl 2020 Türkiye ve A.B.D. tıp alanında devrim yapacaklarını iddia ettikleri bir projeyi hayata geçirdiler. Amerikan ve Türk bilim insanları, A.B.D.’nin yoğun teknolojik desteği ile Türkiye’de, ülkenin ve Ege’nin incisi İzmir’in kuzeyinde ki Çukurköy yakınların da bulunan boş, dağlık arazilerde milyonlarca dolarlık yatırım yaparak. 1,260,000 km karelik bir alana silikon vadisini andıran bir tesis kurdular. Burada; kök hücre teknolojisinin yıllar alan araştırma sürecini bir bu kadar daha uzun bir sürece yayılmadan çok daha kısa sürede, çok daha ileri seviyeye taşıyacaklarını, insanların artık çok uzun süre yaşayabileceklerini, hastalanmış hiçbir organ için hastanelerde günlerce tedavi görmek zorunda kalmayacaklarını, uzun ve acılı süreçlere mal olan ameliyatların tarihe karışacağını, organ naklinin bir yokluk sorunu olmaktan çıkıp tahmin edemeyeceğimiz teknolojik ilerlemelerle insan hayatını ikiye katlayacağını iddia ettiler. Bu büyük yatırımdan payını alacak olan yazılı ve görsel basın medya patronları, yapılan bu anlaşmayı ve tüm yatırım sürecini destekledi. Bilim adamları, Üniversiteler ağız birliği ederek bu yatırımın arkasında durdular. Herkes bu durumu kabullenmemişti elbette ki. İki Ülke arasındaki bu anlaşmaya muhalif olan Bilim adamları, öğrenciler, küçük bir azınlığı oluşturan gazete ve basın organları, sivil toplum örgütleri bu sürece karşı çıktı. Tesislerin inşa edildiği yere yakın köylerde yaşayan yöre halkının büyük bir bölümünü, bunu engellemek adına bir araya getirdiler. Başka şehirlerden gelen katılımcılar ve yoğun kampanya süreci sonunda yoğun bir kamuoyu oluştu. İnsanlar İzmir’e akın ediyor tesis İnşası yakınlarına kamp kuruyor oluşturdukları baskı gün geçtikçe artıyordu. Yaşananlara  yabancı basın da ilgi duymaya başlamıştı; ama hiçbir şey istedikleri sonucu onlara getirmedi. Eylemler yoğunlaştı, çatışmalar çıktı, olaylı gösterilerin, eylemlerde yaralananların hatta eylemler sırasında yaşanan ölümlerin ardından yeterli kamuoyu yaratılamadı. Asker ve polis müdahalesiyle eylemci güçler zorla dağıtıldı, yargılandı ve hapse atıldı. Basın; bu olanların hiç birinden söz etmedi, her şey usulünce yapıldı. Üç sene içinde dönem dönem, araştırmaların kusursuz denebilecek seviye de hızla ve sağlıklı ilerlediği yönünde haberler yapılıyordu. 2023’e gelindiğinde Türkiye’nin yüzüncü kuruluş yılı münasebetiyle etkinlikler yoğunlaşırken, Ülke basınında sadece bu konuşuluyordu. Oysa ülkenin en batısında, en güzel şehrinde içten içe bir şeyler çürüyordu. Yaşanan tüm olumsuzluklara, hapse atılmalara, bütün baskılara rağmen; geriye kalan son çekirdek eylemci kadrosu ne olursa olsun harekete geçmeye karar verdiler. Yapacakları eylemin son eylem olacağını hepsi biliyordu. Etraflarını çevreleyen çaresizlik hissi zaten bütün dirençlerini yok etmişti, bu son adimin ardından hapishanede uzun süre geçireceklerini tahmin ediyordu her biri; ama bu akıllarına getirdikleri en son şeydi.

         Gizlilikle tesisin olduğu bölgeye geldiler. Eskiden olduğu gibi gösterirle kendilerini göstere göstere ve ihtişamlı gürültüyle değil, geziye çıkmış bir grup genç gibi bölgeye farklı yollardan yaklaştılar. Kısa bir mesafe kala protesto yürüyüşüne başladılar. Çıkarabildikleri en yüksek sesle haykırıyorlardı, küçük bir grup olmalarına rağmen bölgenin terk edilmişliği andıran sessizliğinin ortasında sesleri dalga dalga yayılıyordu. Tesis güvenlik görevlileri başta olmak üzere sırayla polis ve o bölgeye bakan küçük bir askeri birlikte olay yerine geldi. Hızlıca grubun önünü kesen bir barikat kuruldu. küçük bir grup olduğu için ilk olarak zor kullanmadılar. Polis kuvvetinin başındaki amir, Eylemcilere hitap ederek, olaysız dağılmaları gerektiğini aksi halde zor kullanacaklarını üzerine basa basa belirtti. Elbette kimse bu uyarıyı dinlemedi bile, geri çekilmek diye bir şeyi akıllarından geçirmiyorlardı, barikatı aşıp kendilerini tesis kapılarına zincirlemek ve medya fark edene kadar eylemlerine devam etmek istiyorlardı. Basarisizlik ihtimali çok yüksek olan bu plana sıkı sıkıya bağlıydılar. Kötü bir fikirde olsa bu, sadece son güçlerini göstermek istemişlerdi. Arbede devam ederken grubun lideri Murat başına aldığı bir darbeyle yere yığıldı. Murat uzun zamandır grupta sözü dinleniyordu, kesin net fikirleri ile arkadaşlarını sırtlayan, onları ve fikirlerini her zaman ileri seviyeye taşıyan biriydi, uzun boylu, geniş omuzlara sahip fiziği vardı. Herhangi bir konuda tartışırken yada sohbet ederken, tok ses tonu ile yüzündeki hatların hareketleri ve mimikleri muazzam bir uyum içerisinde karşısındakini etkileyebiliyordu. Geniş göğüs kafesini bir set gibi gererek o karmaşanın içerisinde sanki tek başına herkesi koruyabilecekmiş gibi kendinden emin herkesin önünde duruyor ve eylemi yönlendirmeye çalışıyordu. Başına aldığı darbe bu güçlü bedeni yere yığmıştı siyah gür saçlarının arasından kan süzülüyordu. Gruba destek olmak için iki ay öncesinden Türkiye’ye Almanya’dan gelen ve bu son dövüşte arkadaşlarının yanında yerini tereddüt etmeden alan Tomas ona yardım etmek isterken o da ensesine aldığı cop darbesiyle Murat’ın yanına yığıldı.  Tomas, uzun süre Almanya’da çevreci faaliyetlerin  içinde ki bir aktivist idi, Türkiye’de ki arkadaşlarıyla uzun süredir iletişim halindeydi, son süreçte ABD ve Türkiye arasında ki ikili anlaşmaya Almanyanın da ortak olabileceği iddiaları ülkesindeki eylemcileri harekete geçirmişti. Tomas gelişmeleri yerinde inceleyebilmek için Türkiye´de ki bağlantıları sayesinde bu grupla temas kurup bir süredir onların faaliyetlerine katılıyordu. Binlerce kilometre öteden gelmiş, bütün korku ve ön yargılarını sinirin diğer tarafında bırakmış olan Tomas, Murat´in yanına yığıldı anda barikat sol köşesinden ayrıldı, eylemciler var güçleriyle o noktaya baskı yaparken,  birkaç polisin elinden kaptıkları coplarla polislere vurarak açtıkları yarığı genişletmeye çalışıyorlardı. Sonu belli bu kavga devam ederken tesisin doğu yakasında C blokta gözleri kör edecek kadar şiddetli bir ışık yayıldı araziye ve saniyeler sonra yeri deprem gibi sarsan bir patlama meydana geldi. Az önce boğaz boğaza kavga eden polisler, eylemciler askerler herkes yere yığıldı, patlamanın şiddetiyle etrafa savruldular, tesise 500 metre uzakta olmalarına karşın etrafa saçılan şarapneller onlara kadar ulaşıyor, yok edici bir hızla üzerlerine yağıyordu. Birçok eylemci ve polis patlamanın etkisiyle savruldukları yerde bayılmış, ölü gibi yatıyorlardı. Bir kısmı şarapnel parçalarından ölmüş yada yaralanmıştı. Sırt üstü yerde yatan bir polisin vücuduna ayni anda cam ve metal parçaları şaplanmıştı. Cam parçaları vücudunda ve elbette ki yüzünde de derin kesikler açmıştı. cehresi neredeyse tanınmaz hale gelmişti. Göğsüne bir metreden biraz uzun merdiven tırabzanını andıran bir metal parçası şaplanmıştı. Acısını haykırmak istemesine rağmen boğazını dolduran kan buna engel oluyordu. Murat’ın en yakın arkadaşı Ozan yavaş yavaş gözlerini araladı. Patlamanın etkisiyle yaşadığı şoku atlatamamış olan biteni anlamaya çalışıyordu. Ozan, Murat´ın sayesinde çevreci harekete katılmıştı, aralarında fazla yas farkı üç sene olmasına rağmen Murat´a ağabeyi gibi saygı duyuyordu. Hayatında ki doğruları, yılmadan savunduğu bir çok fikirle Murat sayesinde tanışmıştı. Ayni evi paylaşıyorlar, zamanlarının çoğunu beraber geçiriyorlardı. Ozan, Murat gibi uzun boylu değildi, 1,75 boyunda sıradan vücut ölçülerine sahip biriydi. Beline kadar uzun saçlarıyla her yerde hemen dikkatleri üzerine topluyordu. Yetiştiği toplumun değer yargılarına hiç bir zaman ayak uyduramamıştı, ufak tefek ayrıntılar bile olsa uyum sağlamak yerine bunu reddeden karakteri; ilk okul öncesi döneminden itibaren  aile içinde başlayarak sürekli yeni problemler sundu ona hayatında. Bu yüzdendir başı çoğu zaman otorite ile derde giriyordu. Koyu kestane rengi saçları dalga dalga omuzlarından aşağı uzanıyordu. Yüzünde her zaman masum bir ifadeye sahip olmasına rağmen genelde yüzünde görülen ciddiyet ile insanlarla mesafesini her zaman koruyordu. Yakın arkadaşlarıyla çok sıcak ve kuvvetli bağları vardı, onu yakından tanıyan herkes çok cana yakın olduğunu düşünse de, dışarıdan; soğuk  hatta zaman zamanda kendini beğenmiş biri gibi görünüyordu. Diğer arkadaşlarına göre daha sakindi, az konuşuyordu, konuşmak için her zaman en doru zamanı bekliyordu. Sıklıkla: “ İnsanlar birbirlerini dinlemenden konuşuyorlar” diye söylenirdi kendi kendine. Bu sıcak Temmuz günlerinde tek bir bulutun olmadığı simsiyah dumanlar kapladığı gökyüzünün altında, bir sürü yaralı insan baygın, ölü yada yaralarının verdiği acıyla kıvrılarak yatıyordu. Ozan doğrulmaya çalıştı, ilk denemesinde yerinden doğrulamadı bile, güçlükle sol kolunun yardımıyla arkasına doğru sürünüp bir taş parçasına yasladı başını. Etrafını seyrediyordu, hala baygın yatanlar, acısından inleyenler, savrulduğu yerde ölen insanlarla doluydu etrafı. Böyle bir can pazarına şahit olmamıştı daha önce. Her yerde kan vardı. Hiç kesilmeyen insanların acı dolu inlemeleri, yıkım ve çaresizlikle doluydu çevresi.

          Kısa bir süre etrafına bakınırken Tomas’ı fark etti, yüzü koyun yerde cansız yatıyordu, karnından süzülen kan yerde birikmeye devam ediyordu. Durmaksızın devam eden yoğun kanaması arkadaşını  hayattan koparırken “ yardim edebilirim “ düşüncesi ile yanına gitmek için tüm gücüyle kalkmaya çalışırken hemen yakınında Murat’ı gördü, bacağında dev bir cam parçası saplanmış arka baldırından çıkmıştı, acıyla kıvranıyordu,  yardım istemeye bile gücü yoktu, sadece acısını küçük iniltilerle seslendirebiliyordu. Birçok kişi ağır yaralanmış, savruldukları yerde ölmüştü, geriye kalan küçük azınlıkta ağır yaralı; kimi sürünüyor, kimi gücü tükenmiş, kıpırdamadan yatıyordu. Ozan’ın ise her yerinde kesikler vardı, bu sefer şansı yaver gitmiş, kurşun gibi etrafa saçılan şarapneller ona isabet etmemişti. İrili ufaklı kesikler vardı kolunda bacaklarında… Bütün kesiklerinden ağır ağır kan süzülüyordu. Patlamanın üzerinden kaç saat geçtiği konusunda bir fikri yoktu. En sonunda güçlükle doğrulup ayağa kalkabildi, yavaşça Murat´a doğru yürümeye başladı, ölen arkadaşlarının arasından yavaş adımlarla geçiyordu. Tam anlamıyla bir travma yaşıyordu, hepsine yardım etmek istiyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Issız bir arazide bir sürü yaralı ve ölü insanın arasında ayağa kalkabilen sadece oydu. Saçları toprak ve küçük tas parçalarıyla dolmuştu, anlında küçük kesikler vardı, kan süzülüyordu. Ağır adımlarla yürümeye devam ederken, yerde ölü olarak yatan arkadaşı Deniz’i fark etti, gördüklerine inanamıyordu hala. Deniz’e yakından bakmak istedi, diğer arkadaşlarıyla yan yana yatıyordu, ilerlerken bir başka arkadaşının ayağına takıldı ve tam Deniz’in yanına düştü. Düştüğü anda  Deniz ile yüz yüze geldi; ölürken açık kalan gözlerine kilitlendi kendi gözleri. Aslında yüz yüze geldiği korkunç biçimde can vermiş arkadaşı değildi, insanların kendi türüne ve bütün dünyaya getirdiği yıkımla, doyumsuzca her şeyi yok etme hırsıyla ve ölümün kendisi ile yüzleşmişti o an.  Yaşadığı Korku, şok etkisiyle titreyen bedenini sarstı iyice, sanki dünyanın son gününe tanıklık ediyordu. Artık acısını unutmuştu sadece oradan kurtulmak istiyordu hemen kalktı yerinden, Deniz’in kolundaki camı çatlamış saate baktı. Çatlamış ekrandan zamanı zar zor okuyabildi. saat 19.00’a gösteriyordu, oraya vardıkların da saat 12.00 civarındaydı. Bunca zaman küçücük bir yardımın bile olay yerine ulaşmamıştı. Ambulans, polis yada herhangi bir devlet kurumu neler olduğunu merak dahi etmemişti. Ozan şoku üzerinden atıp sakinleşmeye çalışıyordu, skince düşünmeye.. gelişen olayları kronolojik sırasıyla hatırlamaya çalıştı. Yürümeye devam etti, Tomas’ın yanına geldi yüzü koyun yatıyordu kanlar içinde, kolundan tutup sırt üstü yatırdı. Feci biçimde can vermişti. Kıyafetleri paçavraya dönmüştü, sari hafif uzun kıvırcık saçlarına toprak ve küçük tas parçaları dolmuştu, yüzü toz içinde kalmış göz çukurlarına bile toprak dolmuştu. Karnında göbek deliğinden göğüs kafesine kadar nasıl oluştuğunu anlamadığı bir kesik vardı, kanlar sari sakallarına sıçramıştı, devam etti Murat’ın yanına vardı. Murat iyice güçsüzleşmişti, son çırpınmalarından sonra soluna doğru yatmış ve öylece kalakalmıştı. Ozan Murat’ın başını hafifçe kaldırdı. “İyi misin?” diye sordu. Murat cılız bir ses tonuyla “ Biliyordum, burada bir şeylerin ters işlediğini biliyordum. Sadece muhalif olmak için eylem yapmadığımızı herkes görecek.” dedi ve acısına dayanamayarak bayıldı. Savaş alanını andıran bir yerin tam ortasında, yanında ölmek üzere olan en yakin arkadaşı yerde yatarken bir an ne yapacağını bilemedi, bunca zamandır neden yardım gelmemişti… kafasında bir sürü soru vardı, en önemlisi de buradan nasıl kurtulacağıydı. 

        Yardım çağırmak için patlama sırasında savrulan çantasını aradı; ama bulamadı. Kimliği, telefonu bütün eşyaları çantasındaydı. Önünde duran bir polis telsizini aldı, kurcaladı ama çalışmıyordu. Ne yapacağını bilemez bir halde tesise doğru yöneldi. Tesis adeta bir şehir gibiydi çok büyük bir alan üzerine kurulmuştu. Ana kapıdan girdikten sonra neredeyse on dakikalık bir yürüyüş mesafesinin ardından ancak tesis alanının merkezini bir daire gibi kaplayan dörtlü bloklar halinde ki alana ulaşılabiliyordu. Hemen ön cephede en gizli deneylerin yapıldığı söylenen laboratuvarların olduğu 22 Numaralı dörtlü blok vardı. Patlamanın merkezi bu bina idi, en büyük hasarı C bloğun almıştı. Dört bloğun her yerinden simsiyah dumanlar yükseliyordu ama C bloğundan ayrıca alevler yükseliyordu. Tesisin içinde bütün bloklarda acil durum alarmı çalıyordu hala, kulaklarındaki çınlamaya rağmen rahatlıkla duyabiliyordu siren seslerini. Patlamanın etkisi ile diğer binalarda hasar almıştı. Bir kişi, yardim isteyebileceği herhangi birini arıyordu gözleri. Etrafında ölüm sessizliği vardı. Patlama etkisiyle bir çok bina ağır hasar almış gözüyle görebildiği her duvarda çatlaklar, yarıklar vardı, kıyametin tam ortasında adımlıyordu. Tesis içinde yürümeye devam etti, girişteki güvenlik kapısına ağır hasarlıydı, içeriden sola doğru sürgülenen büyük celik otomatik kapı  buruşturulmuş bir kağıt gibi olmuştu ve girişin yarısı tamamen açıktaydı. Önce arkadaşlarının, polislerin ve askerlerin yaralı ve ölü bedenlerinin ve kan birikintilerinin üzerinden daha sonra da enkaz parçalarının arasından adımlayarak ulaştığı Kapıdan içeri girdiği anda felaketin bıraktığı izler daha da netleşmişti. Güvenlik kulübeleri yerle bir olmuştu. Enkaz parçalarının altında ölen güvenlik görevlilerinin cesetlerini görebiliyordu. Sanki saatler süren bombardıman altında kalmış, sert çatışmaların yaşandığı bir savaş şehrinin içinde yürüyormuş gibi, her bir ayrıntısında dehşetin yüzünü tekrar tekrar görerek, yaralarının verdiği acıyla zar zor yürürken  22 Nolu binaya ulaştı. Kendisine en yakin olan A bloğuna doğru yöneldi, çatıdan yükselen dumanları fark etti, binanın görebildiği cephesindeki bütün camlar patlamıştı, her taraf cam kırıklarıyla doluydu, patlamanın etkisiyle içeride bulunan eşyalar; bilgisayarlar, koltuklar, sandalyeler, dolap parçaları camlardan dışarıya fırlamıştı. Bazı pencerelerden bedenler sarkıyordu. Binanın giriş kapısı da hasarlıydı, tabelanın yarısı yerinden ayrılmış aşağı doğru sarkıyordu. Binadan sadece içeride yanan yada yerinden düsen eşyaların sesleri geliyordu, patlamanın etkileri hala devam ediyor bir yerler çöküyor, duvarlardan parçala kopup yere düşüyordu. Ozan, adeta kendisini hipnoz altına alan felaketin bütün ayrıntılarının etkisi altında nereye gittiğini pek düşünmeden nihayetinde bu binanın girişine kadar gelmişti. Yardım çağırmak istiyor, ama içeriye girmeye de korkuyordu. Bina üzerine çökecek gibi görünüyordu. En azından bir cevap beklide yardim çağırmasına yardımcı olabilecek bir cihaz bulma umuduyla korkusunu bir yana bırakıp içeriye girmeye karar verdi. Kırılmış olan kapının camları girişteki zemini kaplamıştı, iki kanat gibi içeriye açılan kapının bir parçasının çerçevesi dev bir Z harfini andırır gibi bükülmüş girişi engelliyordu. Ozan´ın yürümeye zar zor gücü vardı fakat içeriye girmekten başka çareside yoktu. Kapının yamuk parçasını biraz omuzuyla biraz bacağıyla ittirerek güç bela hasarlı parçayı içeriye doğru itti. Girişten sonra oldukça geniş bir alan vardı, elli adim kadar önünde geniş merdivenler vardı, sağ tarafında ise yine geniş bir koridor uzanıyordu. Koridorda ilerlemeye başladı bir iki adim sona sağında ki duvarda bloğun iç yapısını tamimiyle anlatan bir kroki gördü, metal bir çerçeve içinde 50×70 strafor üzerine yapıştırılmış  krokiyi incelerken ikinci katta ki bilgi işlem bölümünü fark etti, krokiyi çerçevesinden ayırmak için bir kere duvara sertçe vurdu, çerçeve bağlantı yerlerinden  ayrıldı, krokiyi strafor üzerinden ayırıp yanına aldı. 

        Zaman ilerledikçe yaraları ona giderek daha fazla acı veriyordu, umudu tükeniyordu; ama oradan çıkmaktan başka çaresi yoktu. İlerlemeye devam etti. Her yer birbirine girmiş etrafa saçılan kırık dökük büro eşyaları ayağına dolanıyordu. Zaten acı içinde zar zor yürürken bu karmasa içinde yürümesi biraz daha güçleşiyordu. Bazı odaların kapıları yerinde menteşelerinden kopmuştu, bazılarının girişi enkaz yada hurdaya dönmüş eşyalardan tıkanmıştı. Binanın elektrik donanımı zarar gördüğünden koridorlar yarım yamalak aydınlanıyordu. Kabloların içinden geçtiği geniş kanalların bir kısmı duvarlardan dışarı çıkmıştı, tavandan yada duvarın yüksek tavanla kesişen köselerinden çıkan kanallardan kablolar sarkıyordu. Merdivenlerden çıkarak ikinci katta ki 209 Nolu kapıya ulaşana kadar gördüklerinin bir kısmı bunlardı. Koridorun sonuna doğru bir asansör fark etti. Biraz daha yaklaştığında kapıdan dışarı sarkan bir kol gördü. Hızlanarak asansör kapısına ulaştı. Asansör zemine tam inememiş havada asılı kalmıştı, içeride laboratuvar kıyafetli, yaşı ellinin üzerinde bir adam kanlar içinde asansör zemininde yatıyordu asansörün kapıları yarim açıktı, içindeki ışıkları yanıp sönüyordu, tuşların olduğu panel parçalanmış, bağlantıları sağlayan bir çok kablo dışarıya çıkmıştı, tuş paneli bu bir kaç kablonun ucunda sallanıyordu, içeride ki ayna kırılmış ve kırıklar yerde yatan adamın üzerine ve zemine saçılmıştı. Ozan yaşlı adama  “İyi misin, sesimi duyabiliyor musun?” diye sordu. Yavaşça gözlerini araladı ve Ozan’a; „ beni buradan dışarı çıkar, hemen dışarı çıkar” dedi. “ Neler oldu, tesis neden bu hale geldi?” diye sert bir üslupla yöneltti sorusunu Ozan. “ Defalarca uyardık, defalarca…” dedi adam. Ozan tekrar aynı üslupla adamı sarsarak sordu: “ Ne için Uyardınız, Burası neden bu halde? “ Adam sinirli ses tonuyla cevap verdi : „ Salakça sorularının zamanı değil! Bacaklarımı hissetmiyorum! Lütfen burada ölmeme izin verme bana yardim et“ dedi. Bir iki saniye sonra delirmiş gibi aniden gülmeye başladı, sonra tekrar “ Bacaklarımı hissetmiyorum “ diyerek ağlamaya başladı, ardından kısa süren bir sessizlik ve ardından gözlerini Ozan’a çevirerek “ Hemen uzaklaş buradan, olabildiğince çabuk uzaklaş” dedi ve son nefesini verdi. Saatlerdir bir sürü ölü ve yaralı bedenin içinde onların kanları üzerine bulaşmış, ölü bedenlerinin, kopmuş uzuvlarının arasından adımlayarak yardim bulabilme umuduyla girdiği bu ölüm labirenti gibi binada ölüm; bir türlü kacamadığı soğuk yüzünü tekrar ona göstermiş, hiç tanımadığı bir insan Ozan´in gözleri önünde can vermişti. Yaşlı adamın son nefesini verdiğini fark etmesi ile birlikte geriye adim atmak isterken tökezleyip yere düştü, yanına aldığı krokiye hızlıca tekrar baktı, varmak istedi yere çoktan ulaşmıştı. 209 Nolu kapı arkasında sağ çaprazında duruyordu ama yaşadığı bu yeni şokla bunu bile çok geç fark etti. Ayağa kalktı, kapı zaten aralık duruyordu, içeri girdi bütün teçhizat birbirine girmişti, işe yarar bir alet telefon yada çalışan bir bilgisayar bulabilmek için hızlıca hareket ederek etrafı karıştırmaya başladı. Bir telefon buldu açar açmaz otomatik olarak acil durum prosedürüne göre devreye giren ses kaydını duydu: ”Acil durum alarmı devrededir, yardım için *8’i tuşlayınız. “ diyordu, mesajı dinlerken ses kaydının cümlesini tamamlamasını beklemeden tuşladı. Karşısındaki donuk ve tane tane konuşan 30-35 yas aralığında ki erkek görevli Ozan´a kim olduğunu sordu. Ozan tesisin içinde sıkışıp kaldığını, çıkmak için yardım istediğini söyledi. Ozan´in sesi sonunda bir muhatap bulmuş olmanın sevinci ve heyecanı ile titriyor, cümlesini akıcı ve tek seferde konuşamıyordu, bazı kelimeleri kekeliyordu. Karşısındaki kişi ona görevli sicil numarasını sordu. Ozan görevli olmadığını ziyaretçi olduğunu ve patlama sonrasında A blokta sıkıştığını söyledi. Görevli net bir ifadeyle “ Bu gün tesisin hiçbir ünitesine ziyaretçi kabul edilmedi, ayrıca bütün görevliler blokların tamamından çoktan tahliye edildi. Kimsin sen?” diye sordu Ozan yılgın bir biçimde, “ Tesis faaliyetlerini protesto için gelmiştik, kapıda arbede yaşanırken patlama oldu bir çok güvenlik görevlisi ve arkadaşım öldü yardım aramak için binaya girdim lütfen yardım edin” dedi. Görevli umursamaz bir tavırla “ Hayatta kalan bütün görevliler tahliye edildi, izinsiz giriş yaptınız, bu bir suç, ikinci bir kurtarma ekibi gönderilmeyecek. Bir saat içinde Türk hava kuvvetleri tarafından tesis yoğun bombardıman ile yok edilecek.” Dedi ve telefonu kapattı. Ozan tekrar dehşeti ve şoku ayni anda yaşıyordu. Karşıdan kesilen hattın sinyal sesi kulağından kafasının içinde bütün duvarlarından sekerek içinde yayılan ölüm getiren bir siren sesi gibi çınlıyor, telefon ahizesi hala kulağında hareketsiz duruyordu. Şakaklarından süzülen ter yüzündeki kana karışıyordu, ahizeyi tutan parmakları anlık kasılmalar ile titremeye başlamıştı. Gözlerini dahi kırpmıyorken basını eğdi, mırıldanarak ettiği küfürleri giderek yükselen  ses tonuyla sessizliğin içinde yüksek sesle duvardan duvara savururken telefonu da duvara fırlattı. O kadar çok sinirlendi ki, hiç bilmediği bir yerde uzun zamandır aradığı ve bulduğunu düşündüğü yardımın kendisini adeta hiçliğe terk etmesi ile hissettiği çaresizlikle birlikte ağlamak üzereydi, küfür ediyor, bağırıyor, kedi kendine öfkesini kusarken kelimeler boğazında düğümleniyordu. Yerinden kalktı ne aradığını bilmeden hala gözleri oda da isine yarayabilecek bir şey ararken bir yandan telefondaki adamın dediklerini düşünüyordu. „Bir saat içinde tesis Türk Hava Kuvvetleri tarafından yoğun bombardıman ile imha edilecek.“ Bu ise yaramaz beton yığınından bir an önce uzaklaşmalıydı. Odadan dışarı çıktı. Bulunduğu koridorun sonunda duruyordu; ama koridor sola doğru kıvrılarak devam ediyordu, koridorun diğer ucuna merdivenlere doğru yöneldiğinde arkasından, koridorun sola kıvrılan yönünden anlam veremediği sesler duydu. Duraksadı arkasına döndü, ağır aksak gelen ayak sesleri duyuyordu, sesin geldiği yöne kulak kabarttı. Hırıltılar homurtular eşliğinde yaklaşan her ne ise titreyerek yanan florsan ışığında duvara yansıyan gölgesi gölgesi büyüyerek  netleşiyordu. Gözünü duvarda ki gölgeden alamazken geriye doğru adımlar atmaya başladı. Oradan hemen uzaklaşmak istiyordu ama merakına yenik düşmüştü bile. Yavaşça bir el, kanlar içinde bir el, duvarın köşesine tutundu. Zar zor tutunan el biraz aşağıya doğru kaydı. Tamamen kana bulanmış el geniş ağızlı bir fırça gibi duvarda kıpkırmızı bir iz bıraktı. Aynı yavaş tempo da kesinlikle bir insan gibi tep ki vermeyen; ama vücudu insan formunda, üzerinde ki işçi tulumuna benzeyen mavi renkli tulum paramparça ve her yerine kan bulaşmış olan bir yaratık belirdi. Soluk bembeyaz tenle kaplı bedeni ve parçalanmış kıyafetiyle, göğüs göğüse çarpışılmış bir savaş meydanından sağ çıkmış bir savaşçı gibi kana boyanmış bu yaratık, yavaş adımlarla soluk yeşil gözlerini Ozan´a kilitlemiş ve tüm korkunç ihtişamıyla köseden döndü ve durdu.  Ardından bu korkunç yaratığa benzeyen ayni kıyafetler içinde ve yine kendi kanına bulanmış olan iki yaratık daha ilk gelenin arkasında durdu. Ozan’a karşı dönmüş kanlar içinde ki boğazlarından çıkardıkları iğrenç seslerle oldukları yerde duruyorlardı. Ozan’ın zihni düşünceleri bütün vücut refleksleri kilitlenmişti adeta. Karşısında duran yaratıkları bu zamana kadar sadece severek izlediği abartılı korku filmlerinde yada çizgi romanlarda görmüştü. Gerçek olduğuna inanmak istemedi gün boyunca o kadar çok felaketi ve ölüm tehlikesini bir arada yaşamıştı ki, karşısına dikilmiş bu ölüm yaratıkları tehayyül edebileceği gerçekliğin çok ötesindeydi. Ama bunların hepsi tam o anda yaşanıyordu, nefes alış verisi gibi gerçek ve tam karşısındaydı Ozan` ı dehşete düşürmüştü. Korkudan olduğu yere yığılmamak için kendini zor tutuyordu, dizleri titriyordu. Yaratıkların dış görüntüsünün her bir ayrıntısı şok ediciydi. Geride solda duranın sağ eli parçalanmış yüzük ile orta parmağının arasından bileğine kadar inen bir yarık vardı, buna rağmen bütün parmaklarını oynatabiliyordu. Yalın ayaktı; ayakları ve ayak parmak uçları cam kesikleri ile doluydu, karnında kocaman bir yarık vardı. Kafa derisinin büyük bir kısmı yüzülmüştü ve kanamaya devam ediyordu. En geride sağda duranın ise alt çene kemiği kopmuş dili kocaman görüntüsü ile aşağıya doğru sarkıyordu.  Dilini kontrol etmeye çalışsa da yapamıyor, ayağa kalkmaya çalışan bir kral yılanı gibi görünüyordu. Ona Cuthulu kitabından fırlamış bir yaratık görünümü veriyordu. Üzerinde ki önlük kana batırılmış gibiydi, ayaklarından sadece birinde ayakkabı vardı diğer ayağında ısırılmış parçalanmış gibi yer yer kopan et parçalarının yerinden zemine kan süzülüyordu. En önde duran ve diğerlerine göre daha iri olanı ise, derin derin sesli ve hırıltılı biçimde nefes alıp veriyordu, bacaklarından biri çok kötü biçimde kırılmış diz altından kemiğin dışarı çıkan parçası net biçimde görülebiliyordu. Onunda göğsünün sol tarafından karnına kadar inen bir yarık vardı nefes alıp verdikçe, zar zor bedenine tutunan iç organları dışarıya doğru kendini çıkıp tekrar içeri giriyordu. Hepsinin ten rengi koyu yeşil mor tonları arasındaydı sanki haftalardır toprak altında duran cesetler tekrar canlanmıştı. Sanki derileri çürümeye devam ediyordu. Göz aklarının bulanık griye dönmüş rengi bütün gözlerini kaplamıştı. Ozan sanki içine saplandığı şokla ayaklarından zemine mıhlanmış gibi hararetsizken hiç beklemediği bir anda en öndeki yaratık, güçlü ve yüksek ses tonuyla bağırarak Ozan´a kilitlediği gözlerini bir an olsun ondan ayırmayarak kırık bacağı nedeniyle sendeleyerek Ozan’a doğru yürümeye başladı, diğerleri de onu takip ediyordu. Gördükleri karşısında aptallaşan Ozan panikle geriye doğru hamle yapıp bir adım attı ve tökezleyip yere düştü. Yaratıklar her ne kadar yalpalayarak yürüseler de daha da hızlandılar, Ozan hemen ayağa kalktı merdivenlere doğru koştu hızlıca aşağıya doğru inmeye çalışırken tekrar düştü ve merdivenlerden yuvarlandı. Sağa sola saçılmış eşyalar, duvarlardan dökülen molozlara çarpa çarpa karşı duvarın dibinde buldu kendini. Arkasından gelen yaratıklar vahşi hayvanlar gibi çığlıklar atarak Ozan’a doğru yaklaşıyorlardı. Düşüşün etkisiyle canı oldukça yanan Ozan can havliyle ayağa kalktığında bulunduğu koridorun sonundan da kendine doğru yaklaşan yaratıklar olduğunu fark etti. Bir yem gibi, kendisinden büyük yırtıcıların olduğu bir kafese atılan küçük bir kemirgen gibiydi. Kendini binadan zar zor dışarı attı. A bloğunun zarar gören duvarının dibinde yaratıklardan birini daha gördü, eş zamanlı olarak Ozan´i fark eden yaratık Ozan´a doğru yöneldi, adımları hızlandı. Korkudan Ozan’ın kalbi göğüs kafesini parçalayacakmış gibi hızlı atıyordu. Ana giriş kapısına doğru koşmaya başladı; biraz yaklaştığında dışarıdan içeri ye doğru gelen yaratıklar gördü, sayıları 20 ye yakındı. Bu yaratıkların bir kısmının metrelerce uzakta yerde ölü yatan askerler ve arkadaşlarını yediğini, cesetlerini parçalıyordu. Kurtulmak için yaptığı her bir hamlenin ardından daha çok dibe batıyordu, sıkıştığı kapandan kurtulma şansı azalıyordu ya kendini bir an önce toparlayıp kurtulmak için bir şeyler yapacaktı, ya da her yönden ona doğru yaklaşan yaratıklar onunda vücudu parçalara ayrılacaktı. C bloğuna doğru koşmaya başladı, bu blokta diğerleri gibi fazlasıyla hasar almıştı. Her yer harabeydi yerde yatan hayatını kaybetmiş birçok görevli vardı, kimi yanarak kimide enkaz altında kalarak can vermişti. Bu sefer içeriye girmeyi aklından bile geçirmedi. Giriş kapısının sağında 100m kadar ileride  arka tarafı yıkık duvar parçaları altında kalmış, güvenliğe ait bir araç gördü, hemen araca doğru koştu. Sıradan sedan tipi bir arabaydı. İçinde şoför koltuğunda oturan görevlinin çoktan öldüğünü fark etti. Kapıyı açtı ve onu dışarı çıkarmak için tüm gücüyle çekti görevli arabaya sıkışmıştı. Tüm gücünü toplayarak tekrar çekti ve adamı dışarı çıkarmayı başardı, görevli dışarı çıkarken Ozan’ın üzerine yığıldı tam onu üzerinden atmak için debelenirken, arabanın arkasındaki yıkıntıların ardından yaratıkların sesini duydu, ölü adamı üzerinden atarken ona yaklaşan yaratıklardan biriyle göz göze geldi. Zaman giderek Ozan´in aleyhine isliyordu. Üzerinde ki cansız bedeni sağ tarafına devirdi Hemen kendini arabanın içine attı, tam kapıyı kapatmak üzereyken görevlinin silahını fark etti, arabanın kapısının yarım açarak silahı bir hamlede çıkarıp aldı. Kapısını kapattığı  ve ön camdan dışarıya baktığı anda aracın etrafı çoktan yaratıklar tarafından çevrelenmişti, kapıları kilitledi, anahtar kontağa takılıydı, hemen heyecanla elleri titreyerek kontağı çevirdi, motor çalışmadı sonra tekrar denedi tekrar ve tekrar. Motor bir türlü çalışmıyordu, yaratıkların sayısı giderek artmış, camlara kapılara, arabanın her yerine darbeler indiriyorlardı. Ozan hala motoru çalıştırmakla uğraşırken nihayetinde onlarca darbeden sonra ön cam patladı, yaratıklar camı iyice parçalayıp yerinden sökmeye çalışırken solunda ki camda patladı. Yaratıklardan biri Ozan’ı saçlarından kavradı ve  kafasını dışarıya doğru çekip çıkarmak için bütün gücüyle çekiyordu ki tam o anda Ozan arabayı çalıştırmaya başardı. Ozan çevresinde ki bir çok yaşıtı gibi ehliyet sahibi ama ailesinin bir arabası olmadığı için pratiği çoktan unutmuş kişilerden biriydi. Ne yapması gerektiğini unutmuş sadece gaza basıyordu. En sonunda gazi kesti, el frenini indirdi vitesi değiştirdi ve tekrar gaza bastı, araba sıkıştığı enkazdan kendin kurtardı ve kurşun gibi fırladı. Aracın önündeki yaratıklar, tekerleklerin altında bir bir ezildiler, Tekerlekler altında ezilen kemik, et ve kas parçaları aracın altına tekerleklerine, ön kısmına yapışıyordu. araç ön taraftan et öğütücüsü gibi görünüyordu. Kaporta ve sağlam kalan cam parçaları kan ile boyanmıştı sanki. Ozan korkudan dehşetle dolmuş gözlerini kocaman açarak direksiyonu sağa sola döndürüyordu, sonunda aracın dengesini sağladı ve kapıya doğru yönlendirdi. Fakat ana giriş zaten sanki bomba ile patlatılmış gibiydi araçla oradan geçmesi imkansızdı kapıya ulaşana kadar önüne çıkan her yaratığın üzerinden geçti. Kapıya ulaştığında aracı durdurdu ve indi, enkaza dönmüş ana girişin yıkıntıları arasından geçip arbedenin yaşandığı yere ulaştı. Hayatta olan bir arkadaşı olabilir diye düşünerek aralarında yürümeye başladı. Yerde yatan cesetlerin üzerine akbaba gibi çökmüş beş tane yaratık vardı, ağızları son yemekleriymişçesine yiyen hayvanlar gibi doldurarak ölü bedenleri  parçalıyorlardı. Giydiği üniforma, geldiği yer, fikirleri ten rengi fark etmeksizin herkes bu felaketten payını alıyordu. Herkeste olan ortak renk.. Kan´ın rengi canavarların dişleri arasında, et ve kas dokularını koparmak için yırtıcı bir hayvan gibi kullandıkları tırnaklarından başlayarak bedenlerini ve toprağı kaplıyordu. Yaratıklar dişlerini ölü bedenlere geçirdiklerinde başlarını bütün güçleriyle ve çok seri sağa sola savurarak bedenden koparıyorlardı. Ozan yaratıklara doğru yaklaştı ve silahını doğrulttu, İnsan olsun ya da olmasın bir hedefe ilk defa silah doğrultuyordu. Düşünmeden ateşledi tabancayı bir yaratığı başından vurdu. Yaratık bulunduğu yerde yığıldı, diğerleri hemen ayağa kalkıp Ozan’a doğru hareketlendiler, Ozan silahını ateşlemeye devam etti ardı ardına artık hedef gözetmeksizin silahı ateşliyordu. Kurşunların bir kısmı isabet etmedi, Hepsini ilk hedefi gibi tek atışta öldüremese de sonunda hepsini etkisiz hale getirmişti, iki tanesi hala homurtularla yerde kıvranıyordu. Ozan etrafına göz gezdirdi ve Murat’ı buldu, çoktan can vermişti. Hızlıca etrafına bakmaya devam etti. Arkadaşlarına baktı, Ozan’ı fark eden arkadaşı Suat; Ozan buradayım diyerek bağırdı. Suat´in sesini duyan Melih ve ölü taklidi yaparak hayatta kalmaya çalışan Fatih’te yerlerini belli etmek için seslendiler. Ozan önce Suat´in yanına gitti, ayağa kalkmasına yardim etti. daha sonra ikisi Melih ve Fatih´e yardim ettiler. Ozan arkadaşlarını tesisin içinde olanları hızlıca anlatmaya çalıştı; ama hiç bir anlam verememişti ki üçü birden Ozan´ı dinlerken O´na bakmıyor yerde yatan yaratıklardan gözlerini ayıramıyorlardı. Zaman çok azdı Ozan birden Melihi yakasından Suat´ı çenesinden tutup sarkarak tesisin içinden kendilerine doğru ağır adımlarla yaklaşan yaratıkları gösterdi “ Burada olup biten her şey şu an anlayabileceğimizin çok ötesinde, her yer bu yaratıklarla dolu ve Hava kuvvetleri burayı çok kısa bir süre sonra bombalayacak. Buradan hemen uzaklaşmalıyız.” dedi, Ozan´i oraya getiren araç enkaza dönmüş girişin ardında kalmıştı; fakat askerleri ve polisleri bulundukları noktaya getiren araçların hepsi oradaydı. Melih, Volkswagen Amarok marka kamyonetlere benzeyen arka kasası daha geniş olan aracı hemen gözüne kestirdi ve arkadaşlarına gözle işaret ederek hızlıca aracın yanına vardılar. İçinde eylemlerinin başlangıcında onlara dağılmalarını emreden ve durdurmak için can hıraş bir performans sergileyen Polis Amiri yaralı halde arka koltukta uzanıyordu. Tesisin kapısının diğer tarafından ağır ağır adımları ve adeta dehşetin kendisi haline gelmiş sesleri ve çığlıklarıyla yaratıkların sesi Ozan, Melih, Suat ve Fatih´e kadar ulaşmıştı Ozan Polis Amirini üniformasından tuttu doğrulan Polis Amirini koltuk altlarından kavrayarak dışarı çıkardı. Polis Amiri yaralıydı çok kan kaybetmişti karşı koyamıyordu. Sağ eli ile sol yanında ki derin yaraya tampon yapıyordu. Ozan O´nu uzandığı yerden sarsarak kaldırdığında elini istemese de hareket ettirmek zorunda kaldı ve kan adeta bir defada boşalırcasına aracın döşemesine, Ozan Amir´i sürükledikçe de yere hızlıca akmaya devam etti. Ozan Amir´i bir süre yerde sürükledi, ölen bir arkadaşının yanına bıraktı. Suat o an sert bir tavırla “ Onu burada bırakamayız, ne olursa olsun yaralı birini terk edemeyiz.” demek istemişti; ama Melih cümlesini bitirmesini engelledi, Ozanín elleri tekrar kana bulanmıştı, Amir´in kani O´nu taşırken Ozan´in kollarını dirseklerine kadar kızıla boyamıştı. Ozan, Amir´i arkadaşının cansız bedeninin yanına bıraktı, bir eliyle yüzünü diğer eli ile de Amir´in kafasını arkasından kavrayarak, Amir´in yüzünü yaratıklara döndürdü ve kulağına eğilerek “ İşte bizi bunlara karşı durdurmaya çalıştın, İşte bize terörist diyerek koruduğunu söylediğin Vatan ! “ dedi ve Amiri öylece orada bıraktı. Yaratıklar artık giriş kapısına ulaşmış ve enkaz parçaları arasında yol almaya çalışıyorlardı. Yavaş adımlarla ilerleyen bu yaratıklar kendileri için hedef olan objeleri fark ettiklerinde hızlanıyorlardı, buna rağmen bazıları enkaz parçalarına takılıp düşüyor, keskin ve sivri parçalar bedenlerine saplanıyordu buna rağmen arkadan gelen diğerleri düşen yada bir enkaza saplanan yaratıkların aralarından üzerlerinden ilerleyerek yollarına devam ediyorlardı. Ozan içinde bulunduğu dehşetten bu canice davranmıştı Normal şartlar altında en azından sorgulayacağı bu durumun içinde hayatin vahşi yüzü ile karşı karşıya kaldığında davranışında en ufak tereddüt bile yoktu. Amiri  öylece oraya bıraktıktan sonra Ozan için bir an her yer sessizleşti, intikam duygusu onu çoktan ele geçirmişti, birazdan yaklaşan yaratıkların Amir ín bedenini paramparça edeceklerini biliyordu, bunun olacağını bilmek Ozan´i o an mutlu etti. Bu his Amire bakarken intikam duygusu ve nefreti ile gerginleşen yüz hatlarını gevşemesi ve Amir in korkunç sonuna gülmesi için zorluyordu.  Tam o anda Melih’in uyarısıyla kendine geldi “Ozan çabuk ol oyalanma “ diye bağırdı Melih ve direksiyona geçti, anahtar hala üzerindeydi. Yaratıkların giderek yaklaştığını gören Ozan silahında kalan son kurşunlarla yaratıklara ateş etti, Nihayetinde mermisi bitmişti. Artık Zaman kalmamıştı, yaratıklar bulundukları yere ulaşmışlardı Ozan ve arkadaşlarını fark ettiklerinde de iyice hızlanmışlardı. Melih arabayı çalıştırmış, herkes çoktan yerini almıştı. Ozan, polis ve askerlerden toplayabildiği kadar cephane toplayıp kendini araca attı ve tesisten süratle uzaklaştılar. Tükeli köyünün çevresinden dolaşarak İzmir-Çanakkale yoluna girdiler, sadece oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorlardı. Suat sürekli ayni sözleri tekrarlıyor: “Onlar neydi abi Onlar nasıl İnsandı?” Fatih şoka girmişti sadece gözlerini yola dikmiş ve yolu izliyordu, Melih sürekli küfür ediyor Ozan’dan beraberinde getirdiği silahlardan birini kendisine vermesini istiyordu. Ozan sadece susuyordu ve aniden herkese “ Susun artık!” diyerek bağırdı. ardından gelen sessizlikle birlikte herkesin bakışları Ozan’a döndü. Bir kaç saniyelik sessizliğin ardından Ozan olan biten her şeyi anlamaya başladı, üç arkadaşı da en ufak bir ses çıkarmadan dinlediler onu. Ozan, en ufak ayrıntı atlamadan dakikası dakikasına olanları anlattı. Üç arkadaşı da duyduklarını mantık çerçevesinde anlamaya çalışıyorlardı. Normal sartlar altında değil en yakin arkadaşlarından biri, ailelerinden biri bile bu yaratıklardan bahsetseydi. O kişinin delirmekte olduğundan şüphelenirlerdi. Fakat onlar da gördüler, İnsan formunda ki bu yok edicilerin var olduklarına, onlarda yakından dehşet içerişinde tanık oldular. O anda Fatih sinir krizine girdi iki eliyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı, hemen sonra elleriyle kulaklarını kapattı ve bağırmaya başladı, hareket halindeki araçta Ozan ve Suat, Fatih´i zar zor sakinleştirebildiler. Ozan Melih’e dönerek, öncelikle güvenli bir yer bulmalarının şart olduğunu söyledi, açılan yaralarından sürekli kan kaybediyorlardı yaralarını temizlemeleri gerekiyordu. Ozan´da soku hala arkadaşları gibi atlatamamıştı  yaratıklar, onların kendisine saldırdığı anları, yüzlerinde var olan tek ifadeyi,  yok etmeye olan bağımlılığın ifadesini düşünüyordu. Derin bir nefes aldı, yüzünü ve gözlerini ovuşturdu. Elleri hala titriyordu sakinleşememişti; ama bir yandan da arkadaşlarını kurtarabildiği için seviniyordu. Melih oradan ayrılmadan kısa süre öncesine gördükleri her ne kadar ona hayatinin en büyük şokunu yaşamış olsa da o an aracı kullanmaya yeterince konsantre olabiliyordu. Arkadaşlarına göre Melih böyle anlarda kendini daha çabuk toplayabiliyordu. Yapacakları her ne olursa olsun sonunda büyük sorunların çıkabileceği ihtimalini çok severdi, kavgadan asla çekilmez korkmadan en önde durabilirdi. Omuzlarını süpürün dümdüz sacları, yuvarlak gözleri hafifçe çenesinin altında birikmiş top sakalıyla  sevimdi bir yüz ifadesine sahip olsa da İnsanlara çok kısa sürede kendisi hakkında yanıldıklarını gösteriyordu. Suat ise aralarında en sakin olanıydı, hayatinin daha başında hayatin üzerinde ki baskısı çocuklara ait şımarıklığın, yaramazlığın, hatalar yaparak öğrenme lüksünün hepsini ondan almıştı. Babasını ve Annesini tanıma fırsatı olmadan tek tük yakın akrabalarının desteğiyle hayata karşı tek başına ayakta duruyordu. Ailelerinin desteği ile hayatin karşısında çaresiz bir sürü yaşıtının aksine bir çok şey başarmıştı, Giyimine, diş görüsüne çok özen göstermesi bazen arkadaşlarının arasında saka konusu olabiliyordu, sanki onların arasına zorla getirilmiş gibi duruyordu. Presentable duruşuyla resmi işlemlerle her zaman o ilgilenirdi. Fatih ise içlerinden en avuca sığmayanıydı, çoğu zaman düşünmeden hareket eder, özellikle kızdığı zaman isin nereye varacağını nasıl sonuçlanacağını düşünmeden içinden ne geliyorsa öyle davranırdı, bu yüzden arkadaşları  onu karakoldan almaya alışmıştı. Çabuk sinirleniyor, agresif konuşma tarzı nedeniyle genelde arkadaşları bile onunla iletişime geçmekte zorlanıyordu. Dışarıdan bakıldığında; düzenli is sahibi, yüzünde çıkan çok seyrek sakallarını sevmiyor, bu yüzünden sıklıkla tras olan, her daim kısa saç modeli renkli gözleri ile çok sıcak kanlı gibi görünen bu sinir bombası, ilk bakışta her açıdan pozitif bir tablo çizse de kısa süre de dış dünya ile olan bağlarını fevriliği ile yok edebiliyordu. Hayatları birbirinden tamamen farklı bu dört kişi, birbirlerine bir saat bile sabredemeyecek gibi görünce de, fikirleri ile ayni yolda beraber yürüyebiliyorlardı. Hayat onları, zaten sıradan kötü yaşamlarından alıp bambaşka korkunç bir olayın içine fırlatmıştı. Menemen´e girmeden, yol kenarında harabeye dönmüş, yarım kalmış bir inşaat gördüler. Melih aracı araziye sürdü ve inşaatın olabildiğince yakınına park etti. Araç askeri olduğu için ilk yardim malzemeleri eksiksiz biçimde yerinde duruyordu, bir süre arandıktan sonra arka koltuğun sağ tarafında zeminde bulunan kapak gibi bir parçayı fark edip kaldırdıklarında ilk yardim çantasını nihayet buldular. İçeride kıyafetlerine çeki düzen verdiler, yaralarını temizlediler, Ozan silahların hepsini içeri taşıdı düzgünce yerde tek sıra halinde dizdi. Gözlerini silahlara dikmiş “ Simdi bunlarla ne yapacağız. “ diye düşünüyordu. Dışarıda hava çoktan kararmıştı. Dışarıya çıktılar arabanın yanında kafa kafaya verip bundan sonra ne yapacakları hakkında konuşmak istiyorlardı ki bir biri ardına üzerlerinden geçen jetlerin kulakları sağır eden sesleriyle irkildiler, tam 8 tane, adeta delici aletlerle kulak zarlarının tüm gerginliğini zorlayan sesleri ile yaz akşamının sessizliğini yırttı Jetler. Geride bıraktıkları tesis üzerine bomba yağdırmaya başladılar. Tesise ait her türlü kalıntıyı yok etmek için onlarca fosfor bombası ile tesise ait en ufak yapı parçasına kadar yok ettiler. Tüm arazi kızıla boyanmış, dev boyutlu alevler, tesis arazisi üzerinde uçuşan Ejderhalar gibi, ayakta duran her şeyi kavuruyordu. Hava kararmıştı fakat İzmir’in tam ortasında çok erken saatlerde Kızıl bir şafak söküyordu. yüzlerce metrekarelik alanda yayılan alevin sıcaklığı ve ışığı şehre yok oluşu getirecek olan yeni günün geldiğini haykırıyordu adeta.

P.O.

Facebook Yorumları