Hoca çıkar handan,
Sarığı kandan.
Döner, döner bilmez,
Kıble ne yandan.

“Bil bakalım bu nedir?” diye sordu annem; bir yandan soğuktan titremeye başlayan körük sobasına odun atarken… “Uuu! Ne güzel bi’şeymiş!” Biraz düşündükten sonra “hoca” dedim, “cık” dedi. “Tilki” dedim, “ııh” dedi. Pes edip cevabı istedim. “ Horoz” dedi. Hoşuma gitmişti. Sıra bendeydi:

Taka taka takanica
İçinde var bakanica

“Bundan kolay ne var! Cevap beşik.” Şaşırarak, nasıl hemen bildiğini sordum. Dedem çocuk gürültüsünden ya da yapılacak işlerin yorgunluğu ve sıkıntısı karabasan gibi üstüne çökmesinden fırsat bulduğu vakitler bilmeceler sorar, hikayeler anlatır, geçmişin güzelliklerinden dem vururmuş. Çocukları çok sevdiğinden, aynı bilmeceyi devamlı sorar dururmuş. Çocuk aklı işte… Bizimkiler ilerleyen günlerde soruyu da cevabı da unuturmuş.

Sıra annemdeydi:

Diyarların birinde yaşarmış,
Her müsibete sebep üç üçüz…

Yüzünden bir bulut dalgası geçti soruyu sorarken. Duyduğum bilmecelerden çok farklı bir havası vardı. Bilmece dediğin çocuğa sorulurdu. Müsibet de neyin nesiydi? Tam cevap verecektim ki, şarjı bir haftadır nasıl olup da bitmediğini anlamadığım lanet cep telefonunun alarmı öttü. Annem o gece oruç tutmaya karar vermişti. Yaylada cami yoktu- aslında vardı da küçüklüğümden beri hiç kullanılmamıştı.- Temmuz tipisi ise elektriklerin kesilmesine yetmişti. Yine ihtiyar lüküs lambasına ve körük ateşinin dalgalı çıtırtılarına kalmıştık. Fırsattan istifade edip iki lafın belini kıralım demiştik vakit gelene kadar. Annem sahur yemeğini hazırlamak için körüğün başından kalkınca ben de her zamanki gibi kendi düşünce alemime dalmıştım. Bir haftadır yayladaydık. Dönem içinin sinirini stresini arkamızda bırakıp yaz aylarını yaylada geçirelim demiştik ailece. Erzağımız bitme noktasına geldiğinde babam, tesisleri olan başka bir yaylaya alışverişe gitmişti. Ancak, çocukken başıma gelen ilginç bir olay yeniden vuku bulmuştu. Temmuz ortasında 1.65’lik boyuma yaklaşan kar tabakası etrafı kaplayınca babam diğer yaylada mahsur kalmıştı. Geceyi soğuk duvarlarda raks eden gölgelerimizle, dışarıdan gelen rüzgar uğultusu ve aç kalıp düze inen kurt ulumaları eşliğinde birbirimize daha da sokularak geçiriyorduk. Yayla sakinlerinden birisi ve aynı zamanda korucumuz olan Papaz’ın Rüstem ise koyunlarını ve köpeklerini kaldığı yerden alıp daha şenlik olan iç alana getirmiş ve kurtları sürüden uzak tutmak için büyükçe bir ateş çemberi oluşturmuştu. Açık olan körük ateşi, sıcak nefesini buz tutmuş küçücük cama üfleyince dışarıda yanan ateş çemberini görebiliyordunuz.

“Anne bu nasıl bilmece anlamadım. Cevabı ne?” şeklindeki soruma annemin cevabı ilginç oldu. “ Bilmece değil, kandırdım seni. Hep sen mi dalga geçecen ananlan. Gel! Hem yemek yiyelim hem anlatayım. Bana da Gırgılik Şaban’ın garisi anlatmişdi. Hani evleri Halıcı Halit’in evinin yukarısında, mezarlığın üst tarafında olan.” Mezarlık kelimesi geçince ürperdim bir an. Orayla ilgili uyku kaçıran hikayeler dinlemiştik küçükken lüküs ışığı eşliğinde, gölgelerimiz duvarlarda gittikçe büyürken. O mezarlığın şehit mezarlığı olduğu söylenirdi. O zamanlar yaylada elektrik olmadığından, nüfus da yeterli gelmediğinden tek cami kapatılmış, imamı başka bir yere tayin edilmişti. Her gün sabah ezanı vakti, kadınlar sesi işitirler, pencerelerden baktıklarında ezanı okuyanların mezarlarından kalkanlar olduğunu, namazlarını kılıp ebedi istirahatgahlarına çekildiklerini dehşet içinde gördüklerini anlatır dururlardı.
Beni geçmişten, annemin çimdiği döndürmüştü.

Diyarların birinde yaşarmış,
Her müsibete sebep üç üçüz.
Azar imiş birinin adı,
Ezermiş iyiliğin namını.
Kazar boş durur mu!
Kökünden kazırmış mutluluğu.
Bazar, bezermiş kederle evleri
Bu üçüzlerden kaçmak,
Her babayiğidin harcı değilmiş…

O yıl yaylaya bir gıran girmiş. Önce hayvanlara bulaşmış. Hani sığırlar vinzos eder ya! Öyle delirmeye başlamışlar birer birer. Ahali, hiçbirini Bismil edip kesememiş. Ne kadar kafa kafaya verseler de bu işe bir türlü anlam verememişler. Bu hadiseden az bir süre sonra tüm yayla bir gece vakti Paspal Recep’in evinden gelen çığlıklar ve cam çerçeve kırılma seslerine uyanmış. Eve vardıklarında kapı eşiğinde Recep’in karısını ileri geri sallanır bulmuşlar. Saçı başı dağılmış, üstü kan revan içinde, dudakları öbek öbek çatlamış, tir tir titrer halde. Bir eli kesiklerle dolu, diğeri ise sımsıkı kapalı. Ne yaptılarsa açamamışlar. Kadın kısmı orada kalırken, erkek tayfası Recep dayıyı aramaya durmuş. Derken bir çığlık yükselmiş içeriki odaya ilk giren Ayıboğan Cemil’den. Recep’i tavana asılı halde bulmuşlar. Onu görenlerin birkaçı korkudan bayılmış. Nasıl bayılmasınlar! Teni kararmış, gözlerin biri dışarı çıkmış, diğeri çukura kaçmış; Derisi pul pul dökülmüş, ellerinde derin cam kesikleri bulunan soğumuş bir cesetmiş gördükleri… Üç güne kalmamış karısı da göçmüş gitmiş efendisinin ardından. Eli hala sımsıkı kapalı, “ Kazar, Kazar” diye sayıklaya sayıklaya…
Yaylanın en güvenli yerinde, kullanılmayan eski camide toplanan erkek ahali durumun ehemmiyetini tartışadursun, kadınlar tarafında başka bir mevzu dönmekteymiş. “ Hani ölülerin arkasından konuşulmaz ama rahmetliler komşu yayladakilere çok iş ettiydiler. Kaybolan sığırları bağlarlar, kendilerinmiş gibi sahip çıkarlar, sahiplerine vermekte diretirlerdi. Çok kişinin ahını aldiler. Olan arada bize oldi. Şeytanın enukleri bize da dadandi. Ne yapcaz şimdi hayvanlarımız olmadan. Ne yiyip ne içecez?” diye hayıflanır dururmuşlar. Gırgılik Şaban’ın karısı dayanamayıp lafa dalmış: “ Yav garilar nerden çıkdi bu şeytan, ecinni işleri. Korku salmayın yüreğumuze! “ “ Gız sen bilmiy misın “ diye yanıtlamış onu 95’lik Hatçe ve anlatmaya başlamış:
Diyarların birinde yaşarmış,
Her müsibete sebep üç üçüz.
Azar imiş birinin adı,
Ezermiş iyiliğin namını.
Kazar boş durur mu!
Kökünden kazırmış mutluluğu.
Bazar, bezermiş kederle evleri
Bu üçüzlerden kaçmak,
Her babayiğidin harcı değilmiş.
Yalnız saf iyilikle bezeli gönüllerden,
Köşe bucak kaçarlarmış…

Bunlar kara iyelerden. Hastalık, felaket getirirler. İnsanların akıl sağlığını bozarlar. Hem sen hiç duydun mu Receplan garisinin birbirinlan dalaştuklerini? Onları kırk yıldır tanırım daha birbirlerine seslerini bile yükselttiklerini işitmedim ben. Ne oldiysa sığırların öldüğü günden beri evlerinden gürültü patırtı eksik olmadi bunların. Eğer mevzuyu erken çakaydık çarşambaları ateş yakar hep bile üzerinden atlardık. Ne onlar ölürdü, ne bize bir hal gelirdi. Tez elden azarımızı bazarımızı dökmemiz gerek…”
Devamını getirmedi annem. Tekerlemeyi tekrar okumuş ve sonuna bir de ekleme yapmıştı. İçimi asıl ürperten ve korkudan dilimi yuvasında dönmez eyleyen şey de o an gerçekleşti…
İşte, bu masala kulak verenlerin,
Azarı, bazarı dökülsün.
Ak iyeler sağ kanatlarını,
Şemsiye bellesin gönüllerine…
Sözlerin bitimiyle üç karartının buzu erimiş camın önünden geçtiğine, geçerken de bana gülümsediğine yemin edebilirim
Sahi ben de mi kötüyüm?
Ya da geçmiş gerçekten geçer mi?

Facebook Yorumları