Kaan’ın Kaddish’i

I

Tuhaf şimdi seni düşünmek, Kaddish’ten aşırdım bu girişi, yol boyunca gözlerini kapatmak bir pikabın arkasında ve on yedili yaşlarını hatırlamak, dağlar serin ve tatlı esintileri kusarken vadilere, toplum baskısından, gürültücü ayyaşlardan ve gözlerindeki ergenlik nefretinden izole edilmiş bir koyda, bir akşam ya da öğle vakti düşünmek, küçük bir karavanda yaşarken pişirdiğim köfteleri satarak, yalnızca tuhaf

Pürüzsüz suratını anımsıyorum şimdi, adını İlayda’nınkinin yanında anımsıyorum, yoksulluğun kentinde beklediğin zamanları, bir akşam ya da öğle vakti, fırındaki kuyrukta sıra beklerken vitrinden dışarıyı kestiğini ve saçma bir arabesk kültürünün altında ezildiğini anımsıyorum, o asi heyecanların ve kütür kütür gençliğin fırının kapısında bekliyordu dışarı çıkmanı, para üstü hep gecikti

Gülümsediğin bir fotoğrafa rastlıyorum, henüz Ginsberg ölüm hakkında yazmamıştı ve hayat yalnızca bir sevgi titreşimiydi, tüm o saçma şeylerin nereye varacağını düşünmediğin fakat yine de saklanıp durduğun bir zamandı, kızgın döl çeşmesiyle tek çocuklu baban ve onun aptal öfkesi yiyip bitirmeden önceydi seni, sonradan çekildiğin fotoğrafların hiçbirinde yoktun aslında

Tuhaf şimdi seni düşünmek, erişimi engellenmiş bir hayal dizesi ve alkol oranına bağlı bir felsefe – karanlık odada oturduğumuz o kanepenin kurbanıyız hepimiz, berrak gökyüzü cilveleşirken dalgalarla ve ekşi övgülerin neticesinde yaratırken karakterlerimizi – ya da yaratabildiğimizi düşünürken…

Dağın, kara bulutların ve çok daha ötesinde düşlerin ardından yükseliyor güneş, gri gökyüzünde bir iki parça pembe bulut geziniyor, tıpkı onunla tanıştığın gün Manzara’dan göründüğü gibi her şey, esir alıyor rüzgar ve başı dönüyor ayakkabılarının, uyku reçetesi satan bir adam elinde yeni bir şeyi olduğunu söylüyor; her şeyin yolunda gittiği bir kabus, uyanmak ve uykuda kalmayı dilemek arasında bir boşluk, çizgileri tanrının teriyle belirlenmiş buharsız bir gezegen

Gözlerindeki karanlığı lanetliyorum şimdi, evrensel bir atık gibi gözlerin, ilahi vidanjörler tarafından yutulan, yutulan ve yok edilen, yol boyunca dinlenilen bir şarkı düzeninde, tekrara düşen ve kendinden bıktıran gözlerin – sigaradan derin bir nefes çekip altında dikildiğin sokak lambasını ve o sarı ışığın tesirinde sulanmış, eski ve delik deşik gözlerini lanetliyorum, çünkü gözlerin açlık çeken, gözlerin haplanmış ve Nazi kırmızısına sığınmış, babanın eski paltosu siluetine bürünmüş gözlerin…

Bitik bir kafayla mal arayıp dururken hatırlıyorum seni, ıslak caddede salınarak yürüyordun, yanındaki çocuklardan daha hızlı adımlar atarak ve buna rağmen hep daha fazlasını içerek – tüm bunları yitirmiş olman hayret verici, çünkü ne birdenbire ne de güç belasın – “Anlaması güç!” diye sızlanırken hatırlıyorum seni, ayaklarını sehpaya uzatıp düşüncelere dalardın ve biri asılıp saçma yaşantına çekinceye kadar, çivilerini henüz yeni yeni çakmaya başladığın o gezegende uyurdun, ne ahmak bir çocuktun; hep fazlasını istedin

Akşamdan kalma planlarınla ve taşıyamadığın kafanla gömülmemiş bir tabuttasın şimdi, sonsuz bir yolculuk içindesin hiç ilerlemeden, yerken ve içerken ve dişlerini fırçalarken, üç bin yıllık bir seramik parçası gibi anlaşılması güç ve onarımsız ve yerinde kullanılmış bir virgül kadar gerçeksin, ne biriyle birlikte ne de kendi başınasın, bir akşamüzeri ya da bir öğle vakti, kedilerin bacaklarına sürtünmüş toz ve kir gibi rüzgarın önünde uçuşansın, gözden kaybolansın, midesi bulanan bir içki ya da gözleri görmeyen bir araba farı, neden ve ne için varız diye soransın, cevapların kabul görmediği bir ülkede

Odanın içinde volta attığın geceleri hatırlıyorum, Bukowski’nin şiirleriyle keyiflenmeden önceydi, yoksunluk ve kendi kendine ölüp giden hastalıklı hücrelerin delirtmişti seni, soğuk ama terli duvarlarda sekiyordu başın ve bir doz için yapamayacağın şey yoktu, işçiler uyanırdı ve kuşlar uyanırdı ve dağlar uyanırdı yükselince güneş – ama sen dahil olmadığın rüyalara dalardın gün ve gece, bir akşamüzeri ya da bir öğle vaktiydi, öldüğünü fark ettin ve annen eskisi gibi sevmedi seni

Boş arsalardan ilkbahar kokusu taşırdı rüzgar ve pencerenin önünde beklerdi uyanmanı, radyasyonu boğardı sigara dumanı, küflü yağmurlara kapılırdın bulantı mevsiminde ve en çok da kadınlardan korkardın, bir ya da birkaçından birden, bir akşamüzeri ya da öğle vaktiydi, önemsediğin ne kaldı diye düşündün ve ait olduğun karmaşayı aldattın bir parça huzurla –  oysa bir parça huzur birkaç liradan fazla ederdi ve birkaç liradan fazlası sarhoş olmaya iterdi adamı

Akbük’ten ayrılırken hatırlıyorum seni, otobüs camından dışarıyı seyrederken ve mutluyken ve yorgunken ve yeniden yenilmiş hissediyorken, Rimbaud’un şiirini okuyordu Patti Smith ve kulaklığından sızıp aracın tabanına damlıyordu sesi, şeffaf ve yapışkan bir virüs gibiydi – tanıdığın bütün iyi şairler başka şehirlerdeydi; Pelin Giresun’da yaşamaya devam ediyordu, naif ve kahraman yürekli kadınların ruhları ezilmesin diye yazıyordu ve genç yazarları eğitiyordu, Ahmet mutlu bir yaşamın peşinde kendini görmezden geliyor ve eski zamanların serserileri gibi ve erimek üzereyken çıkarılıp suya batırılmış bir demir gibi yavaşça soğuyordu, tanıdığımız adam değildi artık, Rona ise o muhteşem şeyleri çizmeye devam ediyordu İstanbul’da, belki de özendiğin ve bütün bir gün boyunca yanında olmak istediğin tek insandı, büyük bir sanatçıydı – ve Kuzgun’a gelecek olursak, ne yaptığı ve nerede olduğu hakkında hiçbir fikrin yoktu, hala yazabildiğine dahi inanmıyordun aslında, içinde ukde kalan tek şeydi belki; diğer yazarlarda olmayan bir şeyler vardı o kancık kadında

Kaburgaları kırılmış bir öykü yarattın yaşadıklarından ve bu senin efsunun oldu, canını yakmayan ve üzülmeni engelleyen, hippi gibi yaşarken, boncuklu bileklikler takarken ve topladığın deniz kabuklarından kolye ya da halhal yaparken bir sahilde, kumsala taşıdığın rock’n roll şarkılarla dikkat çeken biriydin, otuzunu geçmiş kadınların gözbebeği ve artık yazamayan bir yazar – ta ki Ginsberg hırçın dalgaları alt edene ve fötr şapkandan yakalayana kadar seni; bir şezlonga çöreklenmiş neyin gerçek olduğunu düşünürken hatırlıyorum seni, oldukça yalnız biriydin aslında…

Tuhaf şimdi seni düşünmek, fakat bundan daha tuhafı ölümündü, dokunduğun ve değiştirdiğin ve terk edip gittiğin yaşantılar adına çokça tanınan ve bir o kadar da hatırlanmayansın artık; siyah kutunun içindeki enjektör kayboldu, odanın kapalı kapısı ardından Pink Floyd yükselmiyor ve küllükler ve bira şişeleri devrilmiyor halının üzerine, kimse kimseyi deha olmakla suçlamıyor ve kimse Ay’ı patlatmak istemiyor bulutsuz bir gece yarısı, zekice yazılmış şiir standartlarına ve Ucube Şiiri’ne sahip çıkan biri olacak mı diye merak ediliyor – ve kimse bu soruya bir cevap vermiyor, şimdilik…

II

Nereye gideceğini biliyor musun, buradan sonra – ve görebileceğini söylediklerinde bütün ölü anneleri, inanmış mıydın bu yalana?

İki odalı dairende hatırlıyorum seni, yer yatağında yatarken aç karnına ve telleri eksik gitarınla uğraşırken gece yarılarına kadar, kırmızı ojeli kadınların tiksinerek baktığını hatırlıyorum sana, kendini sokak lambasının önüne atan ve gölgesi duvara fışkıran salkım ağacını hatırlıyorum, hiçbir anlamı yoktu yağmurun ve sokağın ve parke taşlarının hiçbir anlamı yoktu ve iki lokma yiyecek olsan onu da kusardın

Bölünmüştün, ve bölünmüş haldeyim, kainatın bütün boku yemiş kadınlarıyla ve ayyaşlarıyla ve kumarbazlarıyla birlikte kapalı kapılar ardında mahsur kalacaksın, ve belki bir isyankar olarak anılacaksın titreyen doğrucu ruhun karşısında, ve belki de olmadığını göreceksin hiç olmayanın

Fakat ben – nereye gideceğimi bilmiyorum, buradan sonra – ve taşıyabileceğimden çok daha fazlasını kaldırmayı denedim, ve fazlasına gücüm yok, Bukowski’nin söylediği üzere aküm bitti ve sigaram bitti ve yeteri kadar malım kalmadı, nesli tükenmiş otuzbirci keşişlerin siluetlerini çiziyorum kara kaplı deftere, uzun bir nefes çekiyorum fabrika bacalarından ve gidişatımız hakkında düşünüyorum

Yaşamının bir intihar olduğunu söylemiştin bir keresinde -ki tüm bu delilik, soluklanmadan koşmaya devam etmek ve bitmek tükenmek bilmeyen sarhoşluk bu yüzdendi – çizginin dışında ve başladığın noktada bitiyor her şey, birçoğu seni moruk, müptezel ya da ilk yeni vizyon olarak tanıyor fakat bana kalırsa sen her zaman ucubelerin övgüyle söz ettiği şu özgün herif olarak kalacaksın

Ucuz ve değersiz bedenini karanlığın sonsuzluğuna teslim ettiğinde bir rüyanın içindeydim, açık unutulmuş megafondan horlama sesi geliyordu ve bir tül ile süslenmiş penceremin ardında cırcır böcekleri vardı, şarkı söyleyen ve ağıt yakan ve sarhoş oluncaya kadar kederin derinliklerinden vazgeçmeyen – sanki her şey takıldığımız gecelerde olduğu gibiydi, bayılana kadar içtiğimiz, uyuştuğumuz, birlikte Bluest Blues söylediğimiz ve gülüştüğümüz ve küfrettiğimiz ve yere tükürerek yürüdüğümüz ve çöp konteynırlarının dibine işediğimiz geceler…

Neden her şey bu kadar karanlık, diye ağladığını hatırlıyorum şimdi, belki de bu yüzden biliyordun Jüpiter’in gökyüzündeki yerini ve Satürn’ün ve Mars’ın ve Venüs’ün – bir nova patlamasından ibaretti yaşam ve buna şahit olanların gözleri çoktan körelmişti – yarı uyuşmuş bir vaziyette aptal insanlara uyum sağlamaya çalışırken hatırlıyorum seni, herkes her şeyi iyi becerebildiğini düşünüyordu ve çok anlatmanın çok bilmek olduğunu sanıyorlardı, oysa Burroughs’un söylediği üzere konuşmak, yalan söylemek için icat edilmişti

Ve bölünmüştün, ve bölünmüş haldeyim – hayatının son çeyreği en boktan parçandı aslında, yükselen ve köpüren ve kıyıya yaklaştıkça küçülen dalgalara dalıp tüm o geçmiş günlerin ihtişamını özlerdin, cam fanusun içinde ayyaş rolü kesen çocuklar nasıl da çok içebildiklerinden söz ederken sen, karanlık bir köşede yalnız başına kusan ve kemiklerindeki kramplarla kıvranan eroinmanları anımsayıp dururdun, sesi çıkmayan ve hareket etmeyen ve gülmeyen ve ağlamak dışında hiçbir insanı duyguyu barındırmayan çocukları düşünürdün, hemen hemen on beş yaşlarındaydı hepsi, tıpkı senin on beş yaşında olduğun gibi

İçlerinden birinin çıkıp yeni bir edebiyat vizyonu yaratabileceğini hayal etmen, yeni bir müzik türü icat edebileceğini veya görülmemiş olanı çizebileceğini hayal etmen, masanın altından uzanıp ayaklarıyla kur yapan ya da arka sokakta dudaklarına yapışan kancık kadınlardan daha çok keserdi nefesini, çünkü hiç dahil olmadığına inandığın yaşamın özütü buydu senin için, tüm ironisiyle beraber…

Şimdi, çevresindeki dağların rüzgarını kestiği boynu bükük vadilerle bırakıyorum seni, ihtiyar barmenin temizlemekten yorulduğu o yapış yapış bar tezgahıyla bırakıyorum, Perfect Day şarkısı çalarken bırakıyorum seni, Lou Reed’in kafamı karıştıran ve orta yerimden yırtan ve yok eden sesiyle bırakıyorum, enjektörün içindeki kan ile bırakıyorum seni, bir balerin edasıyla süzülen ve dans eden

Işıkları üzerine kapatıyorum ve karanlıkta terk ediyorum seni, aşık olduğun kadınla bırakıyorum seni, antik çağlar kadar eski ve harabeye dönüşmüş şimdi, korkularınla ve yasaklarınla ve isteklerinle, arzulayıp erişemediğin her şey ile bırakıyorum ve Ay’ı patlatma hayalinle bırakıyorum seni, küçük bir yelkenliyle Yunanistan’a gitme hayalinle bırakıyorum – yazdıkların sayesinde, seni seninle alt edecek olan çocuklarınla bırakıyorum, kendini asan akrabalarınla, Burroughs’a olan benzerliğinle ve bağlılığınla bırakıyorum seni, Pink Floyd’un sahne alışını canlı kanlı izleyememiş umutsuz vaka gözlerinle bırakıyorum, Ginsberg gözlerinle, Poe gözlerinle, De Quincey gözlerinle, Kropotkin gözlerinle bırakıyorum seni, ırksız, dilsiz ve dinsiz gözlerinle, daha iyi bir yaşama ve yeni bir ölüme

Senin için oyunun sonuna geldik, bu senin Kaddish’in…

Facebook Yorumları