Sıradan Bir Gün

 

“Benim için en çok ne değilsin, biliyor musun?” diyor, bunu söylerken sigarayı sehpanın üzerindeki küllüğe basıyor.
“Senin için en çok ne değilim bilmiyorum!” diyorum.
“Bahsettikleri o götveren değilsin.”
“Tamam.”
“Böyle bu. Diğerleri ne diyor diye takma artık.”
“Hımhım.”
Uzanıp bir sigara da ben yakıyorum şimdi, duman ciğerlerime ulaştığında kendine has bir ağırlığa erişiyor. Yine de kayıyorum koltukta, gevşiyorum, tıpkı bir jöle gibi. Pencereden sızan rüzgarla birlikte mum ateşi titriyor, elektronik pikapta Pink Floyd’un The Division Bell albümü dönüyor ve her şey götümde patlamış gibi hissediyorum.
“Neredeydin, ben yanıp tutuşmuş ve yıkılmışken? Günlerin penceremden kayıp gidişini izlerken? Neredeydin, ben incinmiş ve çaresizken, çünkü söylediklerin ve yaptıkların sarıp satın alıyor beni. Sen can kulağıyla dinlerken bir başkasının anlattıklarını, can atarken duyduklarına inanmak için, ben dimdik bakıyordum, içine doğru parıldayan güneşin.”
İşte tam olarak böyle söylüyor, Coming Back To Life’da…

Biten birayla birlikte ayaklanıyor şimdi, yatacağını söylüyor. Oturduğum yerden duyuyorum onu, içeri girip dolabı açtığını, üzerindekilerden kurtulduğunu, gömleğinden ve sutyeninden. Yorganı aralıyor sonra, bir kitap sayfası gibi açıyor ve içine giriyor. Ben yanına uzanana kadar uykuya dalmayacak, oturduğum yerden biliyorum bunu. Biten şarkıyla zıplayacağım, diyorum. Oysa biten şarkıyla birlikte pencereden içeri hücum eden yeni bir ses fark ediyorum; cırcır böcekleriydi bunlar – bir sigara daha ateşliyorum, karanlığın içinde.

Karanlığın içinde olup biten her şey zindan gibidir. Düşünmeden edemediğin bir ton şey vardır köşede bekleyen; sigara borçları, ödemesi geciken krediler, içerdeki kadının yerinde olmasını istediğin başka bir kadın, kanepende takılan ve asla uyumayan, sızlayan çürük dişler, çabuk biten esrar, sabahın sekizinde işbaşı yapmak ve kendini aptal gibi hissetmene neden olan bir ton şey tabii. Ama çoğu insanın aksine, kıçını kurtaracak bir mucize aramazsın burada, bu zindanda, karanlıkta, çünkü kurtarılması mümkün tiplerden değilsindir. Olduğun şeyin doğasıdır bu. Bundan başkası sana uygun değildir, sen de bundan başkasına uygun değilsindir elbette. Çalan ilk telefonla siktir edersin o paçoz karıyı. Ve ne tesadüftür ki ihtiyaç duyduğunda çalan ilk telefonla o da aynını yapar sana. Boktan olmanın simetrisidir bu, Anne Sexton’ın söylediği üzere kıçına sokamazsın.

Tuhaf bir kahvaltıya uyandırıyor beni, oturduğum tekli koltukta sızıp kalmışım. Birkaç haşlanmış yumurta ve ekşimiş peynirle yetiniyoruz. Ekmek bile yok. Hepsi bu. Akşamkinden bir cigaralık hazırlıyorum, ateşliyorum ve çalışma odasına kapatıyorum kendimi. Çizdiği şeyleri bir kenara kaldırıp yazmaya başlıyorum. Yolun bir öyküye mi yoksa dağınık bir şiire mi çıkacağından emin değilim, yalnızca yazıyorum. Sonra da aklıma hala sözleşme göndermelerini beklediğim şu yayınevi geliyor. Moralimi bozuyor durum, aylar olmuş: kim okuyacak bu zırvalıkları, diye düşünerek bırakıyorum yazmayı -ki nadiren yaparım bu saçmalığı. Öylece oturuyorum sandalyede. Derinlere inen asansörü yakalamamı sağlayacak iyi bir fırt çekiyorum.
“Ben çıkıyorum!” diye sesleniyor içerden.
Cevap vermiyorum. Kapıyı açıyor ve bir süre daha bekliyor. Bir değişiklik yok…
Uzun yıllar boyunca kadınları inceleme fırsatım oldu: kimi eşsiz parçalarını sever, senden başka kimsede olmayan şeyleri, kimiyse yalnızca ona verebileceklerinle ilgilenir. Ve biliyorum ki az önce söylenerek çekip giden şu hatun, sırf yazar olduğum için takılıyor benimle. Hoş, hiç ayık gezmesem ve küfür etmeden konuşamasam da çalıştığı yerdeki bahşiş muhabbetlerinden ve müşteri dedikodularından fazlasını veriyorum ona. Hem… Siktiğimin Ginsberg’ini kim sevmez ki?

Oysa beni kolayca terk edebilen kadınları daha çok seviyorum, çünkü aksini mümkün kılmak oldukça zor. Birkaç kez kırıldıktan sonra çakıyorsun köfteyi. Ama hepsinin ötesinde, kendimde idrak etmekte güçlük çektiğim bir özellik olarak şunu söyleyebilirim; kanepemde çıplak oturan sarhoş kadınları seviyorum, geğirdikten sonra kendine gülen ve dakikalarca devam edebilen kadınları, başlarından geçen komik bir olayı iştahla anlatan genç adamları seviyorum, onları oturma odamda görmeyi seviyorum. Onlar da beni sevinceye dek, seviyorum. Ve çok soru sormaya başladıklarında sıkılıyorum, çünkü cevaplara inanmıyorum.
Eskiden böyle biri olmadığımı biliyorum, bunu düşünüyorum çalışma masamda şimdi. Eskiden zeki bir piç kurusuydum, şimdilerdeyse daha zeki olduğuma inanıyorum. Ama bir şey var, diyorum kendime: “Eskiden iyi bildiğim ama şimdilerde ne olduğunu bir türlü çözemediğim bir şey var: yaşlandıkça yumuşuyor insan.”
Öte yandan, olduğum noktadan başka bir yerde hayal etmiyorum kendimi; Akşam olduğunda kadın geri dönecek. Muhtemelen birkaç birayla birlikte. Çabuk sarhoş olacak ve ailesinin nasıl ağzına sıçtığından bahsedecek. Sonra da onu dinlemediğimi düşünerek değersiz hissedecek ve aslında öyle olmadığını söylemem için birkaç cümle bekleyecek. Önce sinirlenecek, biraz bağıracak, ortalığı dağıtacak, küfredecek, ağlayacak ve sonra birdenbire aslında bunların hiçbirinin benimle bir ilgisi olmadığını itiraf edecek. Tüm bunlar gerçekleşirken sessizce oturacak ve içkimden yudumlayacağım. Her günün sonunda olduğu gibi.

Facebook Yorumları