Tekirdağ sahilinde rüzgarlı bir hava, sanki baharın ilkini değil de sonunu çağrıştırıyor bu mevsim. Önümde demir korkuluklar var ve üstünde oturduğum belediyeye ait olan kırık dökük bir de bank. Gözlerim anlamsız ve acımasızca denizde oluşan gelgitlere takılıyor ve sonra o gelmeler, o gitler, gelmeler ve yine gitmeler, beni alıp uzaklara çok ama çok uzaklara götürüyor.

Eskilerden, çok eskilerden bir parçanın sesi yükselip geliyor şimdi kulağıma, arabadan çıkan gürültü yanıma yaklaştıkça çoğalıyordu. “Ahanda! Kardeşim geldi diyordum, bana aracının camından seslenip, burada ne bok yediğimi sorgularken. Lan diyordum, acaba sen ne sik arıyorsun burada?”

Bakkaldan bira aldığını kafasını biraz dağıtmak için de buraya geldiğini söyledi. “Koca bir siktir çektim. Senin yalandan döşediğin o, kaldırım taşlarını sikeyim. Bu kadar da sallanmaz be!”

Burası sakin bir yerdi ama o da iyi biliyordu ki, zabıtalar burada bırakın içki içirmeyi, çekirdek bile çıtlattırmıyorlardı. İyi bir yerdi, iyi korunuyordu, etraf hele bir de tenhaysa insanın kendisini deşarj edilebileceği güzel bir atmosfere de sahipti. Fakat şimdi, tamda şu an, araçtan yükselen ses bu deşarj olayını tamamen alt üst etmeye yetmişti.

Eğer işiniz de çok iyiyseniz bazı çalışanlar sizi sevmeyebilir ama  üslerinizin fena halde hoşuna gidersiniz. Bu sözü, bize doğru yaklaşmakta olan çalışkan bir zabıta memuru onaylıyor gibi gözüküyordu. Yanımıza geldiğinde arkadaşım stop ettirdiği arabasını çalıştırdı. Memur kısa ve öz bir cümle kurdu. “Burası yasak bir yer, hemen uzayın!”

Azıcıkta olsa keyif aldığım bu anımın içine bundan güzel sıçılamazdı. Kendimi arkadaşımın yanına oturup sohbete başlamazdan evvel böyle hissediyordum işte. “İyi misin” diye sordu. Bu elbette laftan ibaretti, bir beyinsiz bile bu sorunun ne kadar da gereksiz olduğunu tek seferde anlayabilirdi. Dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyordum ama özlemini duyduğum şeylerin denizinde çırpınıp, batıyor gibiydim. Nereye gittiğimizi bilmiyordum, merakta etmiyordum zaten. Sadece yolu izleyip tekrar o hayale dalmak istiyordum. Şimdiyse altımda açık kahverengi kadife bir pantolon, üstümde mavi kısa kollu bir gömlek,arabada çalan şarkıya gidiyordu kulaklarım. “Careless Whisper.” Bu parçanın benim hoşuma gideceğini bilen güzel bir manita vardı aracın şoför koltuğunda. Ara ara göz göze gelip sırıtışlarımız anımsıyordum o, müziğin sesini biraz daha arttırdığında ve hissetmediğim kadar sıcak duygulara kapılıyordum bana bakan o çakmak gözler kaçtığında…

Anılarım bir anda arkadaşımın kırmızı ışığı fark edip arabasının frenine asılmasıyla darmadağın olmuştu. “İyi misin?” diye sordu. Bu ikinci sorusu beni tedirgin etmişti. İyiye gitmiyordum anlaşılan, belki de hastalık denecek bir sürece giriyordum. Bu ihtimal az bile olsa biraz sakinleşebilmek için artık içmeye ve kafa dağıtmaya ihtiyacım vardı. Şehrinizin her yanını ayaklarınızın altında olduğunu hissettiren bir manzara, içinizi dökebilecek en uygun mekanlardan birisidir ki Çırçır da, Tekirdağ için işte böyle bir mekandı. Anlayacağınız üzere durağımız burası olmuştu. Arkadaşım, “hatırladın mı?” Diye sordu manzarayı izlerken.

Gülmüştüm, buraya uzun zamandır adımımı atmamıştım ve son geldiğimde epey dağılmış yine berbat haldeydim. Hatırladım, evet dedim istemeyerek, avazım çıktığı kadar haykırışımı nasıl unutabilirdim ki?

Biralarımızı tokuşturup dertleşmeye başladık. O bana işlerinin zorluklarından ve sevgilisinin aşırı detaycı, ince düşünen birisi olduğundan bahsetti. Herkes bir farklı severdi. Evet, bunu iyi  biliyordum. Arkadaşım, belki  oturup saatlerce sevgi dolu sözler karalamasa bile, onu yakından tanıyanlar onda daha önce hiç görmedikleri bir parıltıya rastlamışlardı. Son aylarda sevdiği kız gözlerinin içini gülümsetiyordu. Ben de ona destek verir gibi her şeyin romantizmden, edebiyattan ibaret olmadığını söyledim. Kendimi işaret ettim biradan bir fırt daha alarak. Bak bana, erken kaybedenlerden birisi de benim işte. O anda elini omzuma uzattı, üzerimde ki tarifsiz ağırlığın bir kısmını kaldırmaya çabaladığını düşünür gibi oldum. Sanki az önce ona tavsiye veren ben değilmişim de oydu. “Bazen dedi,  öyle zamanlardan geçeriz ki hiçbir şey fayda etmez. İşin oluru her şeyi akışına bırakmaktır. Teselli değil verdiğim yanlış anlama. Bak! Eğer senin kaderinse bu kız, elbet bir yer de bir şekilde tekrar karşına çıkar. Hayat bu, hiç belli olmaz be çiçeem!”

Serdar’ın moralimi toparlamak için bu uğraşlarını anlamazdan gelmem aptallık olurdu. Yaşadığınız hayatta insana huzur veren bir şey daha varsa sevdiğiniz biri için geçirdiği kötü zamanlarında yanında bulunup kendisini daha kötü hissetmesin diye göstereceğiniz o çaba, içinize hiç olmadığı kadar huzuru verir, sizi iyi hissettirirdi. Böyle durumlar, kolay gözükse bile gerçek bir dost, yakın bir arkadaşı yeri geldiğinde mevzunun derinliğinden doğan ve insanın karnına saplanacak olan, “dur! yapma! etme!” çabalarının ardından çatlama faslına geçinceye kadar uzamasına yahut uzun süren inatlaşmalar sonucu başınıza saplanan tarifsiz ağrılara bir kahraman gibi katlanmaya kendisini mecbur bırakır. Bu süreci atlattığınızda üzerinizde biraz yorgunluk ama içinizde hiç olmadığı kadar rahatlıkta kalır.

Oysa biz birbirimizin sikten sözlerle gazını almaya çalışıyorduk. Ben, umudunu kaybetmiş bir halde arkadaşımın yüzüne bakıyordum.

“Kızma ama sende edebiyat konusunda kötü sayılmazsın be çiçeem! Bu söylediğimden sonra bir an gülümser gibi olsa da sonra yine bana koca bir siktir çekip, kendisinin halinin gayet iyi olduğunu, taşak geçebileceğim başka birisini bulmam gerektiğini söyledi. Biralarımızı tokuşturduk sonra her ikimizde gülmeye başladık. İki kardeşim vardı ama öz kardeşimden ayırmıyordum bu hergeleyi. Bir derdim, tasam mı vardı? Serdar her zaman yanımdaydı.

Dalıp öylece uzakları izlemek ama şöyle az muhabbet edilen çokça susulan ve müziğin oluşturduğu o ruh haline kapılıp kolayca geri dönmek istemediğimiz noktadaydık şu an. Nevalemiz azalıyordu. Serdar’ın ise elinde telefon kıza yazıp duruyordu. Ben şişenin dibine baktıktan sonra devam edelim dedim ve nihayetinde en yakın tekel bayisinde soluğu aldık. Saat alkol yasağına henüz takılmamıştı. Hoş takılsa bile biz içmek istedikten sonra buluyorduk bir yerlerden, sorun yoktu ve biz bir şekilde yolumuza bakıyorduk.

Dinlediğiniz müziğin sesi arada kısılır da mevzunun derinliğine inilmeye başladığınızda bazı soru kalıplarına takılıp kalırız. Alkolden uyuşmaya başlayan bedende bizleri düşüncelerden oluşmuş bir anafora işte böyle sürükleyip duruyordu.

Arkadaşım bana tam bu sıra nerede olmak isteyip  istemediğimi  sordu. Yüzümde oluşan ifade, “al işte! oldu mu şimdi? Aç arabanın kapısını çek, siktir git buradan demekten beter haldeydi. Bir zamanlar aklımdan çıkmayan, hayatımda olumsuz giden her şeye rağmen benim içimi ısıtan, kendisine aşık hissettiren birini tekrar bu denli hatırlamak, kanayan yaraya tuz basmaya benziyordu. Olmak istediğim yer O’nun yanımıydı. Birbirimizden çok mu erken vazgeçmiştik ve daha da önemlisi bana artık acı veren bu duyguyu hala hissediyor muydum? Bu sorular içime  tarifsiz bir sancının girmesine sebep olmuştu. Bira tadını acı getirmeye başlamazdan önce bunu tüm iliklerimde hissetmeye başladım.

“İyi misin?”

Bu soruyu bana üçüncü kez soran arkadaşım aracının kontağını tekrar çevirerek, buradan da uzaklaşabileceğimizi önerdi. Başka yerlere gitmek, uzaklaşmak, kaçmak bir şeyin çözümü olamazdı tabi. Eninde sonunda karşına tekrar çıkabilecek bir gerçeği ertelemek, bu durumda dalyaraklık yapmak sayılabilirdi.

Sorunumun olmadığını söyledim. Tabi kafamda oluşan sorulara da mantıklı cevaplar arıyordum bir yandan, diğer yandan da içmeye devam ediyorduk. Bir gülüşü bir bakışı vardı dedim insan zamanını, derdini, tasasını, kısaca her şeyini unutuveriyordu yanında. Üstelik bunu sadece bir gülümsemesiyle yapıyordu. Küçük bir gülümsemeyle anlatabiliyor muyum dedim içimi çektiğimin farkına varmasından önce. Öfkeli olduğundan söz ettim sonra, ara ara delirmelerinden daha sonra girdiği sinir harplerinle boğuşmasından, üzmesinden hem de çok üzmesinden, kırmasından sanki kırdığını anlamıyormuş gibi davranıp tekrar tekrar kırmasından ve bu kadar biriktirdiği güzelliklerin tümünü aniden yok edebilmesinden, acımasızlığından da biraz bahsettim. Yalnızdım, biliyorum o da yalnızdı. Kendimi anlatacak kelimeleri seçmekte bir hayli  zorlanıyordum artık. Çevremde ki bombok, ciğeri beş para etmez insanlara dil dökmeye meram anlatmaktan tiksinmeye de başlıyordum. Eskiden özendiğim, yapmak istediğim şeyler artık çok basit ve sıradan gelmeye başladı. Bir başkasına daha kendimi anlatmak istemiyordum artık çünkü yorulmuş ve kendimi biraz yıpranmış hissediyordum. O zamanı beraber durdurabileceğim birisiydi, geçireceğim değil.

Serdar, bira şişesini kaldırıp söylediğim o, son söze içmemiz gerektiğini söyledi. Öyle yaptık, gece saat yarım olduğunda Çırçır’dan kalkıp evlerimizin yolunu tuttuk. Ona sahilden gitmemesini çarşı üzerinden sürmesini söyledim. Alkollü araç sürme riskini bir kenara koyup yol boyunca şarkı dinlemeye devam ettik. Elime aldığım telefonumun bluetooth özelliğiyle aracın radyosuna bağlandım. Serdar, iyi bir dosttu ve beni çok iyi tanıyordu. Çünkü bir sonra ki yapacağım hareketi önceden anlamış ve bana, onun evinin yakınlarına geldiğinde durabileceğini söyledi. Kafamı olur dermişçesine salladım. Şarkı listelerime girdikten hemen sonra George Micheal’ı seçtim ve sonradan saksafon sesleriyle yükselecek olan Careless Whisper parçasını seçtim. Arabanın mutlak her yerinden sesler yükselmeye başlıyordu. Sarhoş başımı pencereden uzatıp oturduğu apartmana göz gezdirdim. Odasının ışığı yanmamıştı. Bir ihtimalden bahsediyordum müziğin sesi hafiften kısıldığında, bırakın parçanın bitmesini sabahlayabileceğimizden bile söz etmişti Serdar. Şarkıyı daha önce dinlediğinden ve sıkı bir aşk şarkısı olacağından bahsetti. Ayrılık demiştim. Bir ayrılık parçasının sözleridir aldırışsız fısıldayışlar. O yüzden kavuşanlara değil erken kaybedenlere özeldir bu şarkı. Onun yüzünü, gülüşünü, sarılmalarımızı, kulaklarımıza fısıldamalarımızı ve ondan aldığım ilk öpücüğü hatırlatacaktır bana.

Arkadaşım bana bir daha içirmeyeceğini söylemişti gülerek. Biz oradan ayrıldığımızda belki o odanın ışığı açılmıştı, belki açılmamıştı. Açılmasını umdum, gümrüğe ait olan duvarların yanından süzülüp evlerimize doğru ilerlerken, Serdar’ın seneler önce beni ağlarken bulduğu yere odaklamıştık gözlerimizi. Bu yaşadıklarımızın son olmayacağını, tecrübe denen şeyin yaşarak olacağını bir kez daha anlamıştık.

Hatırladın mı demişti? Önce buraya gelmiştim  ve sonra seni alıp yine Çırçır’a yollanmıştık.

Sanırım dediğimi hatırlamıyorum, içinde bu kadar küfür geçecek  ir yanılmalarıma gerek var mıydı onu da bilmiyorum.

Sizlere dürüst bir şekilde ifade etmem gerekirse ince düşünüşlere düştüğünüz ve ufak ayrıntıları yakalayıp sizi daha önce hiç olmadığınız kadar şaşırtan sevgililerinizi hayatınızda ayrı bir yer de tutarsınız. Gün gelir de ayrılık kapıyı çaldığında başlarda unutmak için harcadığınız o, tüm çabalar sizi özlem denen şeye götürür durmadan. İşte en sancılı ve asla yapmam, yapamam dediğiniz sürece sokar bu durum bizim gibileri. Peki ya unutabilmek? Yalan değil tabi, elbette ki her zaman zor olacaktır. Ne kadar inatçı, ketum, sert, kaya gibi iradeniz de olsa, sonunda mutlaka tesirini hissettiğiniz bir izi taşımaya mahkum bırakılırsınız.

Facebook Yorumları