Gözlerimin ardına bak Özge. Yükselen dumanları görebiliyor musun? Evet! Az önce kedilerle konuşan adam koca bir kenevir tarlasını ateşe verdi. Derin derin soluklan dumanlı karanlığı. Günlükleri düşün. Derinlerine in kendinin ve son sesi fısılda.

3.BÖLÜM: 4’33’’                                                                

Kırk altı yaşındayım. Yakutsk da doğdum. Okuduğum bir öyküden geldi aklıma burada doğmak. Sovyetlerin uzak doğusundaki Yakutistan’ın başkenti olan ve Kuzey Kutup Dairesi’nin dörtyüzelli km güneyinde yer alan Yakutsk şehri, ortalama eksi atmış dereceyi bulan sıcaklığı ile dünyanın en soğuk şehriymiş. Bu şehir öylesine soğukmuş ki eksi kırkbeş derecelerdeki hava sıcaklığı şehrin sakinleri için sıcak kabul ediliyormuş. Sıcaklığın bu kadar düşük olduğu bu şehirde inanılmaz gelse de tam ikiyüzellibin kişi yaşıyormuş. Binaltıyüzotuziki yılında Lena Nehri kıyısına kurulmuş olan bu şehri, bunca soğuğa rağmen yaşanılır kılan şey zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasıymış. Dünya pırlanta rezervlerinin yüzde yirmisinin bulunduğu Yakutsk ayrıca petrol, doğalgaz, altın ve kıymetli madenler açısından da oldukça zengin bir kentmiş. Bir efsaneye göre; yaradılış tanrısı doğal kaynakları yaymak için Yakutsk’a gelmiş, ama burada soğuktan elleri donunca elindeki bütün elementleri buraya düşürmüş. O nedenle şehir, periyodik cetveldeki bütün elementleri barındırıyormuş.

Birisi yaradılış tanrısı mı dedi?

Yakutsk çevresinde bulunan ve 2632 yılı verilerine göre 521 insanın yaşadığı Oymyakon köyünde ise sıcaklık −71,2 °C ölçülmüş ve burası dünyanın en soğuk yerleşim yeri olarak kayıtlara geçmiş.

Dünyanın en soğuk şehri Yakutsk’ta mezar kazmak bile üç gün sürüyormuş. Mezar yerinde önce kömür yakılıyor ve birkaç saat sonra ateş kenara itilip eriyen toprak, 10-15 cm kazılabiliyormuş. Ardından açılan bu derinlikte yeniden kömür yakılarak birkaç saat sonra yeniden kazılıyormuş. Ortalama 3 gün boyunca iş makinalarının da yardımıyla 2 metre derinliğe ininceye kadar devam eden bu işlemler sonunda ölüler ancak gömülebiliyormuş.

Lenin ve Stalin’in yaşamak zorunda kaldığı bir politik sürgün şehri. Okuduğum hikâye Lenin’in Çarkçısının öyküsü.

Hikâyede rivayet kısaca şöyledir hatırladığım kadarıyla. Lenin’in sürgün dönemlerinde bir demir yolu işçisi parti tarafından ıssız, su içmez, vazgeçmez bir istasyonda görevlendirilir. Görevi çok gizli ve önemlidir. İnsanlık tarihini değiştirecek kadar önemli. Üç yıl boyunca bu devenin uçmadığı, suyun geçmediği bir istasyondan çok barakadan beter kulübede bekler, bekler, bekler.

İlk okulu dış duvarları dört metre yükseklikte olan bir hapishanede okudum. Sanırım bana bıraktığı güzel şeyler bu dört metre ile sınırlı.

Çok latif ve şirin bir çocukluğum olduğunu söylemek büyük bir yalan olurdu aslında. Çocukluğum tam olarak şöyleydi; kronometre bir kez çalıştı. Bu aynı zamanda bir kez daha durdu demektir. Nota sayfaları çevrildi, piyanonun kapağı açıldı ve kapandı. Kronometre bir kez çalıştı. “Zazen”. Müşteriler ayaklanmaya başladı. Piyanonun kapağı kapandı. Nota sayfaları çevrilmeye başlandı. Tek tek ve sessiz. Tekil ses. Müşterilerin sesi, salon sesi, vitrin sesi.

Neyse çok da uzatmadan dört dakika otuzüç saniye süren bir çocukluğum oldu benim.

Lenin’in çarkçısı, beklemelerin ardından beklenmedik bir anda dünyanın makus talihini değiştirecek hareketi yapar ve tıpkı büyük çarkçının hasletleri gibi makası değiştirir. Uzayıp giden yol artık Moskova’ya nefeslenmektedir.

Ben Necati, ben bu romanın yazarı, ben kedilerle konuşan adam. Şimdi sayın okur diyorsun ki yok artık. Var artık. Şu ana kadar onca deli saçmalığını normal kabul ettin romanın hatırına ya da benim hatırıma şimdi bu mu gücüne gitti?

Hazırlan en can alıcı öyküye girişiyorum. Bu bölüm epey uzun olacak. Hatta sıkıcı bile diyebilirim. Yine de hemen bitirmek istiyorum. En az senin kadar heyecanlıyım.

Ben müzmin muhasebeci Necati. Müzminin etimolojik kökeni Arapçadan geliyor. Uzun süreli olan, ne kadar sürdüğü ve süreceği belli olmayan, uzun zamandan beri olan anlamına geliyor. Meninski, Thesaurus (1680) kayıtlara geçmiş ve bu kelimenin kullanıldığı yazılı ilk kaynaktır. Ve elbette ki 1680 yılı bir rastlantının sonucu olmaz. Mahideyi seç ve öl. Arapça “zmn” kökünden gelen muzmin مزمن  “süreğen, kronik” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça izmān إزمان  “süreğenleşme, kalıcı hale gelme” sözcüğünün ifˁāl vezni (IV) failidir. Yani bir nevi her daim muhasebecidir. Muhasebeci kelimesi için bu kadar detaya girmeyeceğim. Zira burada altı çizilmesi gereken muhasebeciliğim değil, müzminliğim aslında.

Bir büyük bankanın, bir küçük şirketinde muhasebeci olarak çalışıyorum. Sanırım hep böyleydi bu. Şişe dibi gözlüklerim var bildiğin dikdörtgen plastik çerçeveli. Oldukça takıntılıyımdır. Obsesif daha açık yürekli bir tanım olur aslında. Hastalık derecesinde. 6:45 Üsküdar-Kabataş ve 19.20 Kabataş-Üsküdar vapurları dışında bindiğim ve dahi bildiğim başka hiçbir araç yoktur. Şimdilerde martı projesi varmış. O sebeple sanırım sizler bu eşsiz seyahatin tadını çıkaramıyorsunuz.

Tüm bunları ne kadar sıradan ne kadar renksiz bir hayatım olduğunu anlatmak için yazıyorum. Tıpkı Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları gibi. Ama nafile. O kadar renksizim ki içimin sızlaması renksiz Tsukuru Tazaki’den çok daha fazla. İnsan her sabah aynı takım elbiseyi giyip, aynı yoldan yürüyerek ve aynı şeyi düşünerek, aynı vapura binip aynı işe gider mi? Her sabah, her öğle, her akşam aynı şeyi yer mi? Yemez. Yememeli. Ama işte müzminlik böyle bir şey.

Hiç arkadaşım yok. Arkadaş değil tanışım bile yok. Büyük bankanın, küçük şirketinde. Arada bir, bu büyük bankanın, bu küçük şirketinde kendime nasıl yer bulduğumu düşünüyorum. Bundan yirmi yıl, yirmibeş yıl (otuz?) önce bunu gerçekten çok düşündüğüm bir anda müdürüme sormaya karar verdim. On dört aylık sıkı bir hazırlığın sonunda kapısını çaldım.

Müdür bey müsait bir mahiyette tezahür ediyorsanız
bir derdimi ifade edebilir miyim?
Dedim. Müdür
bakmadı. Efendim beni neden burada
çalıştırıyorsunuz?
Dedim. Yani pek bir meziyetim
yok. Sadece merak ediyorum. 
Gizliden gizliye
benim farkında olmadığım meziyetlerimi övsün
istedim belki de. Müdür bakmadı yine.

O zamandan bu yana hiç sormadım bir daha. Sormam da zaten. Neden sorayım ki? Müdür bakmadı bile.

Sanırım o gün yani bugün bildiğim hayatımın bütününden daha kayda değer.

Birkaç yüzyıl önce…

Bu topraklarda yaşan biz halkların tarih bilinci ve toplumsal hafızası yoktur. Dinden kirlenmişlik diyelim, cahillik diyelim, sanayi devrimini ya da kültür devrimini yapamamış olmamız diyelim ya da en basitinden salaklığımızdan diyelim, ne kadar bir gün tezahür edeceğine inansam da, bunun kendi iç dinamiklerimiz ile olmayacağını bildiğim devrimi yapmamız oldukça güç.

Ama… bundan birkaç gün önce oldukça garip bir şey oldu. Birkaç bölüm önce muştuladığım bir şey gerçekleşti. Bir fahişe Manukyan kerhanelerini havaya uçurdu. Hem de içindeki işgal askerleri ile birlikte. Ahahahahaha. Bu keyiften kahkaha kelimesini çok aradım. Yani edebi bir eserde şiddetli mutluluk içeren bir ifade nasıl yer alır, nasıl ifade edilir? Bulamadım. Evet evet! Bir fahişe kerhaneyi havaya uçurdu. Hem de içinde politikacılarla birlikte. Neden politikacılar vardı lütfen sormayın. Bilmiyorum orada değildim. Ama nasıl olduğunu anlatabilirim.

Elbette biz savaşa gitmeyenler, savaş üzerine atıp tutmakta çok becerikliyizdir. Bu savaşı salt tanklı toplu da düşünmeyin. Tek bir direniş tecrübesi bile olmayan, yüz bin yıldır devam eden, meşruluğu kanıksanmış ve hatta bu sebeple hiçbir mevzi değeri kalmamış alanlardan bile koşarak uzaklaşan bizler çok ustayızdır direnişi anlamakta ve anlamlandırmakta.

Boran Kuşu, bu kuş deniz kuşları türlerinden biridir. Ayrı bir familya oluşturan bu kuş türlerinin hepsinin sırt tüyleri koyu boz veya kahverengidir. Göğüsleri daha açık renktedir. Rüzgârlı havalarda dengelerini kaybetmeden uçabilmelerini sağlayan oldukça uzun ve güçlü kanatları vardır. Bu özellikleriyle boran kuşu ya da fırtına kuşu adıyla da anılırlar. Bu kuşlarında burun delikleri gagalarının üzerinde birleşen genişçe bir boru şeklindedir.

Fırtına kuşları için var olmak bir özgürlük meselesidir. Asla yakalanamaz, asla tutsak edilemez. Velev ki Hitlerin okullarında piştiniz ve velev ki yakalayıverdiniz! İşte o vakit fırtına kuşu, başını kafesin demirlerine vura vura kendini öldürür.

Bir kadın mektup yazmaktadır ahşap masanın üzerinde. Günlerden güneş, sokaklarda hala top koşturan çocukların sesi. Ben küçükken o kadar uzak gelirdi ki sokağımızın sonundaki vişne ağacı, dünyanın öbür ucu zannederdik bin bir zahmetle aştığımız yolu. Oysa yüz metre bile değildi sokağımız.

Çok az sayıda eşyanın bulunduğu küçük mütevazı bir oda burası. Pencereler sonuna kadar açık bahar dolmuş içeriye. Bahar ve çocuk sesleri. Bir masa, birkaç sandalye. Köşede duran üzeri dantel kokulu bir televizyon. Sokağın neşeli sesi yankılanıyor odanın duvarlarında. Kulaklarımızda Zbigniew Preisner- Trois Couleurs Bleu’nun eşsiz dinginliği. Şöyle yazmaktadır genç kadının mektubunda;

“… Sevgilim, oysa ne kadar çok isterdim bilemezsin seninle bir yaşam kurmayı. Fazla bir şey de istemem hani küçük bir ev, güzel çocuklardan başka. Ve belki de akşam yemeklerinden önce ben pencereden seslenirdim çocuklarımıza. – Haydi, babanız geliyor çabuk eve! Ve koşarak gelirlerdi. Belki sen akşam yokuşun başında belirdiğinde elinde birkaç poşetle ben pencereden neredeyse yarı belime kadar sarkıp sırf beni göresin diye iz tutardım sokağa. Ve belki de.. Olmadı.

 Küçük hayallerim olmadı. Adına bilmediğim güzel çocuklarım da. Sen olmadın. Kaybolup gittin… 

 Maricarmen” 

Genç kadın mektubu son bir kez daha okuyup zarfa yerleştirir dudakları ile zarfı ıslatıp zarfı kapatır. Trois Couleurs Bleu yavaş yavaş sonlanmaktadır zaten.

–    Kapı çalıyor.

–    Tamam, açıyorum şimdi.

–    Hayırlı sabahlar abla. Mektupları getirdim.

–    Sağol!

Genç kadın sertçe kapatır 38 numaralı kapıyı, kısa boylu misket gözlü tıknaz adamın yüzüne. Ne kadar yılışık diye geçirir içinden, öylece kapıda duruyor besbelli. Yavaşça yürürken bir yandan da zarf tomarını gözden geçirir. Faturalar, faturalar, faturalar. Bir de mektup var aralarında. Mektubu diğerlerinden ayırıp ışığın geldiği yöne doğru çevirir. Adres doğru ancak üzerindeki isim farklı. Ne kadar uzun zaman oldu bir mektup almayalı. Keşke bana gelseydi bu mektup diye iç geçirir. Mektubu yakındaki portmantonun üzerine bırakır ve ardında koridoru dolduran sabahın ilk ışıklarını bırakarak salonun kapısında gözden kaybolur. Duvarlar fısıldar.

Günlerin ardından her geçişinde genç kadının dikkatini çekmektedir portmantoda duran mektup. Daha ilk anda kapıcıya geri vermeyi düşünmüştür ama nedense bir türlü oradan alıp verememiştir. Belki de korkuyordur uzayıp giden zamanı durdurmaktan. Korkmaktadır, zira belki de antilop Penélope’nin gerçeğini fısıldamaktadır tıpkı duvarlar gibi.

Penélope’nin çilesi. Elbette ne zaman başlar ve ne zaman biter pek bilinmez. Çilesi dokuduğu bezdedir. Gündüz aşk ile dokur, gece çile ile söker dokumaları. Silezyalı dokumacıların çilesi gibi. Dokunan sadakatin ilmiğidir. Ve Odysseus’un yayı ile biçilir tüm hainlerin gırtlakları.

Aradan geçen günlere rağmen çok istese de açamıyor mektubu genç kadın. Ya sahibi gelirse? “Haydi aç!” Usulca eğilip mektuba uzanıyor genç kadın. Güzel bir koku savruluyor antreye mektuptan, sevda ve hasret kokusu. Titreyen ellerle açıyor. İncitmekten korkarak.

“Sevgilim” diye başlıyor mektup. Ay ışığı ile yazılmış satırları bir çırpıda okuyor. “Sevgilim” diyor “bin yıllık hasretim”. “Evimin direği… Kaybolup gittin” diyor. İçi burkuluyor genç kadının. Yaşlar boşalıyor gözlerinden “Sular serbest kaldıklarından beri kaynaklarının dışında özgürce akarlar yaseminler ağlamış…” Onlarca kez okuyor mektubu. Günlerce gecelerce. Yavaş yavaş kendi sözlerine dönüşüyor mektuptaki sözler. “Sevgilim… Sen hiç sevmedin ki beni… Hiç kimse seni nasıl sevdiğimi görmedi, nasıl sevdiğimi seni ve şimdi zeytin ağaçları uyuyorlar, ama ben uyumuyorum…”

Yaşamının merkezine oturuyor genç kadının bu yeni misafir. Son bulan hayallerini, dostlarını özlüyor 38 numaralı kapının ardında. Kaybetmek… Kaybolmak…

Kayıplık duygusu sarıyor her yanını. Aslında ne kadar yalnız olduğunu ne kadar mutsuz olduğunu hatırlıyor mektubu her yeniden okuduğunda.

Bir gün adı konulmamış bir dönemde yıldız yokuşundan denize inen yolda genç bir kadın kendisine üst perdeden konuşan bir eskiye şöyle demişti; “Bazı süreçler vardır ki, zamanla ölçemezsin değişimi. Yaşın büyük ama son ağaca bende önce koşabilir misin?”

Günler baş döndüren bir hızla geçiyor genç kadın kayıp figürün ardından hem onu hem kendini arıyordu. Ama her çaldığı kapının ardından aynı yoklukla ayrılıyordu.

“KAYBOLDU”.

Introduction to Humanity

Önceki Bölümler,

182/7.BÖLÜM

182/6.BÖLÜM

182/5.BÖLÜM

182/4 .BÖLÜM

182/3 BÖLÜM

182/2 2.BÖLÜM

3 TEFRIKA 1.BÖLÜM

Facebook Yorumları